Şarkımızı yazmak için yaşıyoruz, yaşamak için şarkı yazmayacağız…
İktidar sözcülerinin kullandıkları dil, artık yetersiz kaldığını düşündükleri, evrensel hukuk ilkelerine aykırı yasaları tahkim ederek sonuç almak istediklerini gösteriyor.
Yaşadığı coğrafyayla dille ya da dillerle zaman ve mekân aralığında yaşayan aydının kaçınamayacağı görev ya da sorumluluk nedir? Gerçeği aramak ve savunmak. Bu görev onu her türlü baskı karşısında ayakta kalmaya çağırır. Baskının kolay katlanılamayacak biçimleri karşısında cesur olmak gibi yaşadığımız çağa yakışmayan bir kahramanlıkla, eleştiri gibi güç bir işle görevlendirir sizi. Bu kaçınılmaz görev nasıl başarılabilir? Çoğu zaman yalnız kalan ya da az sayıda fikir ortağı ile birlikte yalnızlığı paylaşan aydın, ortak amacın bilinçli ya da doğal sahipleriyle buluşmadan amacına ulaşamayacaktır.
***
Öyleyse karşısındaki en büyük engel, aydınların kitlelerle buluşmasını önleyecek her türden iktidar mekanizmaları, araçlarıdır. Bu araçların en başında, aydının başlıca silahı düşünmek ve düşündüğünü söyleyebilmekse, sansür yer alır. Düşüncelerinizi kitlelere ulaştırmanızı engellemenin en kestirme, en etkili yolu sansürdür. Sansür egemenlerin istekleri doğrultusunda yasalara yazılmış maddelerden ibaret değildir. Asıl olan o maddelerin yaratabileceği korkudur. Filistin sorunu ile ilgili ömür boyu süren cesur bir eylemin takipçisi Edward Said bu korkunun aydınları etkilediğini şöyle anlatır: “Modern tarihin en büyük haksızlıklarından biri olan bu konu hakkında acık açık konuşmaktan duydukları korku, hakikati bilen ve ona hizmet edebilecek bir mevkide olan birçok kişinin gözlerinde bağ, ayaklarında köstek, ağızlarında tıkaç oldu.” (Entelektüel, Ayrıntı Yayınları, s.106) Biz de kendi ülkemizin tarihindeki karanlık köşeleri anlamaya, açığa çıkarmaya, gerçeği keşfetmeye ve anlatmaya çalışırken aynı korkuları yaşamıyor muyuz?
***
Şimdi korkuyu somutlaştıracak yeni adımlarla karşı karşıyayız. Her zaman olduğu gibi sansür özgürlük adı alında sunuluyor. Gerçi bunu anlamak ya da anlatmak o kadar zor değil; çünkü özgürlük kılıfı bu kez çok açık bir şekilde çıkıyor karşımıza. Muğlak, anlamı gizlenmiş kelimelerle bezeli yasa karşısında elimiz kolumuz bağlanabilir
Ama daha da önemlisi bu yeni tasarının 6’lı masayı, Emek ve Özgürlük İttifakı’nı, Sosyalist Güçbirliği’ni tüm muhalefeti kapsayan bir sessizleştirme operasyonu olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki, iktidar kanadı seçimleri kazanmanın doğal yollarından umudu kesmiştir. Bu nedenle de ellerindeki tüm olanakları kullanma yolunu seçtikleri anlaşılıyor. İktidar sözcülerinin kullandıkları dil, artık yetersiz kaldığını düşündükleri, evrensel hukuk ilkelerine aykırı yasaları tahkim ederek sonuç almak istediklerini gösteriyor.
***
Yasa tasarısının özellikle 29. Maddesi üzerinde duruluyor. Kuşkusuz bu madde sansürü, onu aşmayı amaçlayacak olanları ceza tehdidi ile korkutmayı amaçlayan bir maddedir; gerçekte yalnız bu madde değil, yasanın tümü lafzı ve ruhuyla antidemokratiktir, düşünce özgürlüğüne büyük bir darbedir. Gazetecilere sınırlı bir özgürlük getirmiş olan Basın Yasası’nı pek çok yerde delip geçen farklı yasalarda değişiklikler öngören maddeler iktidar denetimindeki kimi bürokratlara denetimsiz yeni yetkiler veriyor; şimdiki haliyle zaten gazetecilerin elini kolunu bağlayan basın kartları konusunda yeni uygulamalar da haber peşinde koşan gazetecileri kimliksiz bırakmayı amaçlıyor.
***
Tüm yasa teklifindeki en korkutucu değişiklik kuşkusuz 29. Maddedir; çünkü bu madde TCK’da öngördüğü değişiklikle halkın haber alma hakkını, gazetecilerin özgürce haber yapma hakkı ve görevini yapılamaz hale getirecek niteliktedir. Maddenin yazımında seçilmiş sözcükler yasanın uygulayıcılarına diledikleri kadar geniş yorum özgürlüğü tanırken, gazetecilerin haber alma ve yazma özgürlüğünü neredeyse sıfırlıyor.
Sansürü somutlaştıran 29.madde şöyledir: “MADDE 29- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 217’nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki madde eklenmiştir. MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. (2) Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
***
Bir haber yazdınızsa kuşkusuz haberiniz gerçeği yansıtmalıdır; çünkü gazetecinin görev gerçeği yazmak onu halka ulaştırmak, halkın haber alma, gerçekleri öğrenme hakkına saygı göstermektir. Ama bu madde bakın kaç engel koyarak bu hakkı engelliyor. Haberinizi “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak amacıyla” yazdığınız iddia edilebilir. Bu iddia haberinizin yasaklanması için yeterli sayılacaktır. Bu kelimelerin somut değil soyut ve dileyenin dilediği gibi anlayabileceği, yorumlayabileceği kelimeler olduğu ortadadır. Bu suçlama sizi, daha haberi kaynağından aldığınız anda durdurabilir, elinizi kolunuzu bağlayabilir. Dahası var; haberinizin “kamu barışını bozmak niyetiyle” yazdığınız da iddia edilebilir ve hiç ilginiz olmayan bir örgütün üyesi olmakla suçlanabilirsiniz. Ayrıca sizden haber kaynağınızı açıklamanız istenebilir, böylece gazeteciliğin temel bir ilkesini gazeteci kaynak ilişkisini anlamsızlaştırabilir. Bunun açık anlamı sizin gerçeklere uzlaşma olanaklarınızı kısıtlamaktır. Kısacası bu yasa sansürü “doğallaştırır” ve otosansürü dayatır. Ne yapacaksınız?
***
Bu taslak yasalaşırsa, haberinizi yazarken tüm bu sınırları, çerçeveyi dikkate almanız istenecek sizden. Yani özellikle üslubunuza, kelimelerinize dikkat edeceksiniz. Gerçek bu sis içinde kaybolup gidecek. Peki siz o zaman gazetecilik yapmış mı olacaksınız. İnsanlığın uzun mücadelelerle kimi haklara kavuştuğu ama her defasında egemenlerin baskısıyla tekrar tekrar geriletildiği bir gerçektir. Bir anlamda medyanın, medya kuruluşlarının hali Sisifos’un çabasına benzetilebilir. Kayayı olabildiğince yukarı taşıyorsunuz ama tanrıların küçük bir hareketi ile elinizden kayıyor gerçeğin kayası. Siz de yeniden gerçeğin taşını yukarıya taşımak zorundasınız. Peki bu sorun yalnızca gazetecilerin, bahtsız ama umudunu hiç yitirmeyen Sisifosların sorunu mudur? Muhalefet partilerinin de gerçeğin peşinde olmaları, yasanın muhalefetin sesini kısma amacıyla hazırlandığını görmeleri ve daha fazla çaba göstermeleri gerekmiyor mu?
***
Durum yeteri kadar açık değilse, aydınlar, entelektüeller, gazeteciler tarihe dönüp Prusya sansürü ile mücadele eden Marx’ın sesine kulak verebilirler. Gerçeklerin ancak üstü örtülerek, sansür edilerek yazılabileceğini öngören Prusya egemenlerine karşı şöyle yazıyordu Marx; “Dahası hakikat müşterektir, bana ait değildir, herkese aittir, o bana sahiptir ben ona değil. Benim mülküm olan şey bir biçimdir, benim zihinsel ve tinsel bireyselliğimdir. Le style, c’est l’homme - üslup insandır. Öyle mi! Yasa yazmama izin veriyor ama benim olmayan bir üslupla yazmam gerekiyor, Zihnimin kesitini gösterebilirim ama önce onun üzerine kurallarla belirlenmiş bir ifadeyi damgalamak zorundayım! Hangi onurlu insanın böyle akıl almaz bir talep karşısında yüzü kızarmaz.” (Karl Marx ve Dünya Edebiyatı, S.S. Prawer. Yordam Kitap, s.42-43)
Marx gerçekleri yazma hakkı elinden alınan gazetecinin durumunu anlatırken de “basın ticaretten başka bir şey olmama derekesine düştüğünde karakterine sadık kalabilir mi, doğasının gerektirdiği saygınlığa göre davranabilir mi, özgür olabilir mi?” diye soruyordu. “O zaman…” diyordu, tehlikeyi haber veren Pierre-Jean de Béranger’in dizelerini aktararak, “şarkı yazmak için yaşıyorum / ama eğer beni yerimden ederseniz bayım / yaşamak için şarkı yazacağım” (Agy, s.52)
Öyle mi yapacağız, sırf karnımızı doyurmak için vaz mı geçeceğiz gerçekleri yazmak için yaşamaktan, onurlu mesleğimizden…