Saray'ın yargı darbesi ve CHP'nin inisiyatif kaybı

Sonbahar boyunca, Mİ’nin en iri partisi CHP’nin/lideri Kılıçdaroğlu’nun tutuklaştığı, güçlü çıkışlar yapamadığı izlenimi yaratan gelişmeler yaşandı. Buna mukabil, Erdoğan ve Saray çevresi yeniden kendisini toparladı ve AKP-MHP oyları hatırı sayılır düzeyde yükseldi.

Çarşamba günü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen mahkumiyet kararı üzerine, perşembe günü yayımlanmak üzere hazırladığım yazıyı yeniden kaleme aldım. İmamoğlu’nun siyasi yasaklı durumuna düşürülmesi “kimin işine yarar” ve “muhalefet buna güçlü bir yanıt verebilecek mi” soruları iki gündür ülke gündemini işgal ediyor. Muhalefet, kendisinin arzuladığı bazı dolaylı sonuçları öne çıkartarak, bu noktada bir yılgınlık iklimi oluşmasını engellemeye çalışıyor. Bu tavır anlamlı olmakla birlikte seçimde, Erdoğan’ın karşısına çıkacak en güçlü adaylardan birini saf dışı edecek bu hamleye vereceği yanıtı da ortaya koyması gerekiyor.

Adaylığını kendisi açıklasa da henüz Altılı Masa’nın adayı olamayan Kılıçdaroğlu da karar günü yurt dışında olması yüzünden eleştiri bombardımanı altında. Karardan beri “ben yine de bağımsız yargıya güveniyorum” diyerek, öfkeyi dindirip, kafaları bulandırma “ahmaklığını” yapmasıysa bir şekilde aday olup, seçimi kazansa dahi seçim günü yapılacak hile ve provokasyonlarla sonucun değiştirilmesi olasılığına direnemeyeceği algısını güçlendirdi. Bu gidişatın iki adım ötesi Mansur Yavaş ya da Meral Akşener’in adaylığıdır. Bu olasılıkta da Saray erkanı HDP’yi kapatıp, Millet İttifakı’nın (Mİ) Kürtleri yalnız bırakacağı senaryosuna oynayarak, en az yarısını sandığa küstürerek, seçimleri kazanabilir. Bundan sonraki kısımda, rejimin devamının olasılıklar dahiline girmesinin sorumlularından birinin, CHP’nin son aylarda parti ve Mİ içinde karşılaştığı sorunları aşmak amacıyla giriştiği çabalar ve bu çerçevede politik hattını yenileme sürecindeki performansıyla genel siyasetteki inisiyatif üstünlüğünü ve Mİ içindeki liderlik konumunu nasıl yitirdiğini anlatacağım.

BURJUVA SİYASETİNİN SEFALETİ: HALK İRADESİNDEN KORKARAK MUHALEFET

Önce bir tespitle başlayalım. Türkiye gibi emperyalizme yarı-bağımlı bir kapitalist formasyonun idaresinde devletçi otoriterlik başattır. Böyle bir ülkede muhalif bir burjuva düzen partisi kalma sanatının birinci şartıysa; halkın, hele de kır ve kentin emekçi sınıflarını siyasal süreçlere yön verecek iradeleşme olasılık/potansiyellerinin önüne geçmektir. Devletin kurucu partisi olduğunu söyleyenlerin, Kemalistlerin de İttihatçılardan devraldığı; aşağıdan yukarıya gelişecek, halkçı-demokratik inisiyatifleri siyasi alanın dışında tutma politikasını sadakatle sürdürmesi gerekiyordu. Hele ki toplumun yüzde 80’inden fazlasının şok edici bir yoksullaşmayla sosyal bir bunalıma itildiği, halktan vergiler ve yüksek enflasyonla alınanların rejim yandaşı sermaye fraksiyonlarıyla (Saray oligarkları, inşaat-altyapı ve beledi işlerden zenginleşen yeşil sermaye), gözetmek zorunda olduğu sermaye fraksiyonlarına (TÜSİAD ve finans oligarşisi) aktarıldığı bir dönemde, neoliberalizme biat edenler açısından bunun riskleri çok daha fazlaydı. Halbuki, burjuva modernleşme projesini yürütmeye çalışan bu siyasi aktörler (mülk sahibi sınıfların düzenini inşa etmek adına üzerini örtmeye çalışsa da) 1908 Devrimi, Müdafai Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, Kuvayi Milliye, Yeşil Ordu, Sovyetler Birliği desteği, 1921 Anayasa'sı olmasa kendileri de bu ülkede siyasi bir varlık gösteremeyeceklerdi. Bu temel tespiti akılda tutarak ilerleyelim.

CHP’NİN SONBAHAR DURAKLAMASI

Sonbahar genellikle havaların soğumasının aksine siyasetin hararetinin yükseldiği dönemler olmuştur. Bu hararet ilk yaza doğru doruğa çıkar ve mayıs-hazirandan itibaren düşüşe geçer. Sonbahar boyunca, Mİ’nin en iri partisi CHP’nin/lideri Kılıçdaroğlu’nun tutuklaştığı, güçlü çıkışlar yapamadığı izlenimi yaratan gelişmeler yaşandı. Buna mukabil, Erdoğan ve Saray çevresi yeniden kendisini toparladı ve AKP-MHP oyları hatırı sayılır düzeyde yükseldi. CHP’nin duraklamasının görünür nedeni, “kim başkan adayı” olmalı sorusuna ilişkin altılı ittifak içinde alevlenen tartışmaydı. Kılıçdaroğlu’nun müteakkip defalar sarf ettiği, kulağa halkçı gelse de TÜSİAD sermayesinin rahatsızlıklarının ifadesi olan, “beşli çetenin mallarının kamulaştırılacağı” söylemine dönük İYİP’ten gelen eleştiriler de tartışmanın önemli bir temasıydı.

Doğan Ergün'ün son yazısında dediği gibi Millet İttifakı’nın bütünlüklü bir yürüyüş sergilemesi de demokrasi, barış, kamuculuk, sosyal adalet, laiklik ve özgürlük isteyenlerin taleplerine yanıt vermesi de mümkün değildir. "Kendine Meral Akşener’inki kadar demokrat, Ümit Özdağ’ınki kadar barışçı, Ali Babacan’ınki kadar kamucu, Ahmet Davutoğlu’nunki kadar laik bir yol arayan Altılı Masa'nın bu hali çatlaklarını, zayıflıklarını da yeterince sergiliyor. Masa katılaşmıyor. Bu yöndeki her çaba, siyasal İslam-sermaye çıkarları-milliyetçilik yönünü pekiştirip diğer tarafı güçsüz hale getiriyor."

CHP ve liderinin sergilediği duraklamanın arkasında iki önemli faktör daha vardı. Bunlardan ilki, önceki yazımda da bahsettiğim üzere: Yakın zamana kadar CHP’nin yanında duran bazı sağ kemalist unsurların, gözle görülür biçimde Saray ittifakının yanında sıralanmasıydı. Kendi sosyo-kültürel yatkınlıklar evreni (habitusu) dışındaki partileri etrafına dizerek anketlerde önde giden bir ittifak kurmayı başarmış CHP açısından bunun sarsıcı bir gelişme olduğunu varsayabiliriz. İkinci nedense birinciyle bağlantılı olarak, parti liderliğinin enerjisini, ABD-Batı emperyalizmine bağlılığını gösterme konusundaki gayretkeş performanslara vakfetmesiydi. Çünkü, CHP yöneticileri açısından kendilerine destek veren geniş muhalif toplum kesimlerini bir araya getirip harekete geçirmek yerine, tıpkı Erdoğan’ın pek çok seçim kampanyası arifesinde yaptığı gibi yapıp, Batı emperyalizminin siyasi ve iktisadi merkezlerinden icazet almak daha muteberdi. Birileri çıkıp, "1970’ler ve 90'ların başlarındaki halkçı-demokrat çizgilerinin cezasını çekmekten korkuyorlar" diyebilir elbette ama mevcut neo-faşist iktidardan kurtulmak istiyorlarsa, sosyalistlerin ve Kürt demokratik hareketinin ödediği bedellerin yarısını bari göze almaları gerekiyor.

Kılıçdaroğlu’nun ciddi bir kulisçilik bilgisiyle planlanmadığı izlenimi veren New York ve Londra gezileri, ABD ve emperyalist metropollerde demokratik, liberal, sol çevrelerde son dönemde öne çıkan bazı söylemlerin -otoriter popülizm karşıtlığı, liberal demokrasiyi, insan haklarını savunma iddiası gibi- önlerini açtığına dair bir sezgiyle, “bu sefer bizi desteklerler herhalde” düşüncesiyle yapılmış gibi gözüküyor. Kendilerine tekelci sermaye örgütleri veya onların think-tank kuruluşları refakat etmediği için havada kalmış gözüken bu performansların arkasından, 3 Aralık günü İstanbul’da yaptığı “İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısında ABD’li iktisatçı Jeremy Rifkin’in Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanı olduğu, Daron Acemoğlu, Refet Gürkaynak gibi isimlerin ekonomi takımına dahil edildiğinin ilan edilmesi manidardır.

CHP’NİN MAKAS DEĞİŞİKLİĞİYLE GLOBEXİT İLİŞKİSİ

Bütün bu gelişmeler ışığında, CHP’nin neoliberalizm ve tekelci sermayeyle daha uyumlu, Türkiye’yi ABD-Batı emperyalizminin BRICS/Çin karşıtı Globexit hamlesine(1) koşulsuz destek sunan bir çizgiye geçtiği söyleyebiliriz. Nitekim,CHP lideri ABD’ye giderken, hem kendisi hem de Altılı Masa'dan Ukrayna meselesinde Batı blokunun yanında oldukları mesajı altı çizilerek verilmişti. Bu durumun ulusalcıların bir kısmının, daha açık Erdoğan’ın Saray rejiminin yanında olduklarını ilan etmesiyle ilişkili bir boyutu olmaması mümkün değildir. CHP özelinde yaşanmış gibi gözükse de bu ayrışmanın Türkiye siyaseti ölçeğinde ciddi bir kırılmaya işaret ettiğini görmek gerekir.

CHP liderliği, Erdoğan’ın 2010’dan itibaren önce komşularla sıfır sorun siyasetiyle, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığıyla başlayan bölgesel bir antiemperyalist güç olma çabasıyla yöneldiği doğrultudan, yeniden ABD-NATO’nun uysal-sadık müttefiki çizgisine döndürme taahhüdünde bulunmaktadır. Yani, müstakbel Altılı Masa iktidarında, eski emperyalist efendiyle biraz mesafelenip, onun hegemonyasının sarsıldığı yerlerde kendi başına ya da Rusya ve Çin’le iş birliği yaparak bölgesel bir güç olma iddiasından vazgeçeceğini ilan etmiştir. Şimdi sarsılma sırası Erdoğan ve Saray ittifakındadır. Dolayısıyla, üç-dört aydır içine girilen tuhaf kıvranmalarının tutukluktan ziyade bir makas değişimi olduğu anlaşıldı.

NEOLİBERALİZMİN YENİDEN İHYASI

Pek çok sosyalistin altını çizdiği gibi 3 Aralık toplantısında CHP, Saray Rejimi'nin baskıcı-kayırmacı neoliberalizmine karşı sosyal adaleti güçlendirerek, halkın yüzde 80’inden fazlasının son yıllarda deneyimlediği yoksullaşma şokunu tersine çevirecek yeni bir ekonomik modele geçmeyeceğini ilan etmiştir. Önerdikleri çözüm; Merkez Bankası, BDDK, SPK gibi kurumların kendisini ABD-AB merkezli uluslararası piyasa belirleyicilerinin dediklerine göre konumlandırdığı, sözde özerk, "ekonomi teknokratları"larının kontrolündeki kurallı-liyakatli bir neoliberalizmdir. Onun ezbere bildiğimiz ilk adımlarından biri, halkı daha da yoksullaştıracak yeni bir kemer sıkma programından başka bir şey olmayacaktır.

Durakladığı düşünülen sonbahar aylarında Kılıçdaroğlu bir çıkış daha yaptı. "'Helalleşme' açılımı çerçevesinde 'başörtüsü'nün kamuda serbestçe kullanımını kanuni güvenceye bağlamak için kanun teklifi hazırladık. Yakında TBMM’ye sunacağız' dedi. Seküler çevrelerin geneli haklı olarak bu beklenmedik çıkışı, "Aymaz adam AKP tabanına oynamak adına Erdoğan’a yine gollük pas verdi" diye yorumladı. Nitekim, Erdoğan da el yükseltip, "hadi o zaman konuyu Anayasa güvencesine alalım" diye karşılık verdi. Bu karşılığın ne olduğunu birkaç gün önce öğrendik.

Düzen muhalefetinin ve toplumun önüne aileyi koruma demagojisi altında eşcinsel yönelimleri, onlara dair sembol ve eylemleri yasaklayan, kadınların neyi giyip, neyi giyemeyeceğine karışan, daha da önemlisi Anayasaya "din referansı" koyacak olabildiğince tutucu-gerici bir Anayasa değişikliği bıraktılar. İYİP şimdiden buna destek vereceğini ilan ederken, CHP de utangaç bir evet çizgisinde gözüküyor. Evet derse toplumsal yaşama yeni bir gerici darbe vurulacak, hayır derse de başkanlık seçiminde Erdoğan’ın lehine bir referendum gündemi şekillenmiş olacak. Kılıçdaroğlu ve ona akıl veren liberal çevreler bir kez daha ülkenin geleceğini riske atmış bulunuyor. Bu dediklerimize ikna olmayacaklar, bir zahmet İsmailağa tarikatıyla ilgili çocuk/bebek gelin davası gündemine bakabilirler. Laiklik vurgusu yapmaktan kaçınıp, tarikatler sorunundan hiç bahsetmeyen CHP yönetimi; aile üyelerinin ceza davasının hızlandırılması için Adalet Bakanlığı’na yürüdü ve bu talepleri iktidar tarafından yerine getirilince de dönüp, "olayı siyaset üstü toplumsal bir sorun diye ele almak gerekir" diyen muğlaklaştırıcı bir çizgiye geçti.

Dolayısıyla, CHP cephesinden sonbahar aylarından bugüne yapılan çıkışları yan yana koyduğumuzda, Saray Rejimi'nin ekonomi politiğinin iki başat unsuruyla uzlaşacağı mesajını verdiğini görüyoruz. CHP, neoliberalizm ve İslamcı muhafazakarlıkla ("İslami çevrelerin kazanımları" denilen şeyle) çatışma potansiyeli taşıyan sosyal liberal bir restorasyonun da sağına kaymıştır. Altılı Masa'nın diğer üyeleriyle ve de büyük sermayeyle ittifakını bu şekilde yenilemesi, CHP’yle olumlu rezonans içindeki sosyal muhalefet kesimlerinin pek çok temel talebinden (toplumsal cinsiyet eşitliği, dinin sosyal yaşamda ve kamusal alanda belirleyici olmaktan çıkması, yaşam tarzlarına, giyim-kuşamına, bedenine, cinsel tercihlerine saygı duyulması, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi) de uzaklaşacağının işaretidir. Bu durumun, sosyalistler ve Emek ve Özgürlük İttifakı açısından vadettiği olanaklar konusunuysa bir sonraki yazıya bırakıyorum.


1-) Önceki iki yazımda da kullandığım, şimdilik bana ait olan Globexit kavramını şöyle tanımlıyorum: ABD ve Avrupa ülkeleri otoriter rejimler oldukları gerekçesiyle Rusya ve Çin’e savaş açıp, onların başını çektiği BRICS ittifakı ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) karlı çıktığı, mevcut küreselleşme düzeninden fiili bir çıkışa imza atıyor. Bu yönelime, Brexit’ten esinle, bildiğimiz anlamda globalleşmeden çıkış anlamında Globexit diyorum. İki gün önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda BRICS cenahından gelen “Yeni Bir Dünya Ekonomik Düzenine Geçme” tavsiye kararını ABD ve AB’nin başını çektiği Batılı emperyalistler ve onların Asya-Pasifik'teki müttefikleri (Avusturalya, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore) dışındaki tüm ülkelerin kabul etmiş olması anlamlıdır. Türkiye tarafsız kalırken, İsrail ve Gürcistan diğer isnisnalar olarak Batı’nın yanında tutum sergilemiştir.