Rejimin gömlek değişimi: Otoriterizmden faşist diktatoryaya

“Dijital cüzdan” olarak da anılan, online ödeme sistemi PayPal'ın kurucusu ve dünyanın en zenginleri listesinde yerini çoktan tutmuş olan Peter Thiel, “Özgürlük ile demokrasinin bağdaştığına artık inanmıyorum” dediğinde, takvim 2009'u gösteriyordu. Thiel'ın bu sözleri ve başka birçok sermayedarın, “demokrasinin kapitalist sistemin taşıyamayacağı bir yüke dönüştüğüne” dair fikirleri, neoliberalizmin yenilenen ruhunu ifade ediyordu.

Neoliberal kapitalist sistemin, demokrasiden vazgeçerek otoriterleşme eğilimini belirgin kılması, bununla birlikte sağ siyasal hareketlerin güçlenmesi ve özgürlüklerin yok edilmesi... Öncesinde sınırlı ve marjinal sayılabilen tüm bu yönelimler, Trump'ın başkan olmasıyla birlikte ve ABD'nin düşünülmüş çabasıyla ana akım iktidar anlayışına ve dünyaya hakim olacak bir projeye dönüştü.

Örneğin, kadına yönelik şiddetin artması, kapitalizmin otoriterizmi benimsemesiyle doğrudan ilintiliydi. Şiddet barındıran kadın nefreti, demokrasinin teorize edilmiş yok edilişiyle, medyaya, akademiye, ilerici düşünceye olan düşmanlıkla, “insan hakkı” kavramının reddedilişiyle, dünyanın “sorunlu” bölgelerine savaş ihracıyla, doğanın tahrip edilmesiyle ve ırkçılığın planlı yükselişiyle aynı tarihsel kesitte yaşandı.

Brezilya'da Bolsonaro'nun bir kadın rakibine “tecavüz etmeye değmezsin” demesi, Filipinler'de Duterte'nin kadınlar adına düzenlenen etkinlikte kadınlara “orospu” demesi yahut Türkiye'de İstanbul Sözleşmesi'ni savunan kadınlara “fahişe” denmesi gibi, iktidardakilerin kadın düşmanı söylemleri, birbiriyle bağdaşık ve sistemin otoriter bir yapıya bürünmesinin arzu edilen sonuçlarıydı.

Sadece bu kadar değil; ABD'de göçmenlerin kafalarını “betona vurarak ezme” çağrısı yapan ırkçılar, Almanya'da İslamofobiyi kullanarak güçlenen neo-Naziler, “Arapların çocuklarını öldürün ki yeni kuşaklar olmasın” sözleri veya daha iki gün önce, Beyrut'taki patlama hakkında “muhteşem bir havai fişek gösterisi izledik” diyen İsrailli siyasetçiler de bu tabloya özenli fırça darbeleriyle eklendi.

İşçiler bugün, Haymarket'ten 136 yıl sonra planlı biçimde 8 saatten fazla çalıştırılıyorlar. Bu durum basitçe “tekil patron açgözlülüğü” olarak açıklanabilir değil. Fazla çalışma saatlerinin resmiyet kazandığı bir sistemik değişimden bahsediyoruz.

Alışveriş tercihlerini, oy verme alışkanlıklarını, cinsel yönelimleri toplum adına belirleyerek dayatan, maaşlı trol ordularıyla, bot hesaplarla tanımlı tepkiler oluşturarak ve dijital gözetimi artırarak siyasal alana içkin hale gelen bir “algoritmik siyaset” tarzı inşa edildi. Tüm bu süreçlerin bilinen amaçlarından en önemlisi, bilgi kaynakları açısından tarihin en gelişmiş döneminde “öğrenilmiş gericilik”in galebe çalması ve baskıcı rejimlere uygun bireylerin oluşturduğu toplumsal düzen arayışıydı.

Türkiye'de elbette kapitalizmin bu genel yöneliminden farklı bir süreç işlemedi. AKP'nin daha baskıcı hale gelmesi ve sergilediği fütursuzluk, kadınlara, doğaya yönelik saldırılar, işçilerin yoksullaşması ve bütün bunlarla birlikte toplumun bir bölümünün İslamofaşist karakter kazanması, şüphesiz ki bütünüyle arzu edilmiş ve öngörülmüş bir dönüşümün bizim coğrafyamıza düşen kısmıydı.

***

Neoliberal kapitalizmin otoriterizmi yaygınlaştırmasının önemli sosyal-siyasal sonuçları mutlaka olacaktı. 

Bugün belirgin şekilde tespit edilebilir olan bu sonuçlardan biri, sistem karşıtı yeni toplumsal hareketlerin güçlenmesi ve anti-kapitalist karakter kazanan bu hareketlerin sınıflar arasındaki keskinleşen ayrımı hedefe koymasıydı.

Daha az önemli olmayan ve üzerinde durmak istediğimiz diğer sonuç ise şu oldu: Otoriter yönetim biçimleri, (süreklileşmiş despotluk marifetiyle de); “içsel usanç”, “özbenlik yitimi” ve “teslimiyet duygusu” yaratarak, yani faşizmin kitle psikolojisini üstün kılarak toplumun hafifsenmeyecek bir kesimini faşist rejimleri kabul edebilir hale getirdi. Günümüzde insanların ciddiye alınır bir bölümünün; sürekli bir seferberlik halinde fethetmek, ele geçirmek, yayılmak amacı taşıyan bir ordu gibi düşündüğü apaçık ortadadır. Eşitsizliği resmi görüş olarak savunan, düşünsel destekten yoksun edimleri olan, güçlü olanın zayıf olanı ezmesini bilerek kabul eden, zihinsel üretimden yoksun bırakılarak dürtülere mahkum edilmiş bir toplumsallık biçimi ortaya çıkarıldı. Üstelik ne yazık ki, bu çürütülmüş toplumsal zemin, Trump'tan sonra dünyanın farklı bölgelerinde yeni Trumpların varlık gösterip başat olabileceği, daha fazla baskıcı ve ayrımcı yönetimlerin iktidara gelebileceği koşulları da barındırıyor.

Biraz daha fazlasını söyleyelim: Kapitalizmin otoriterizmi yaygın biçimde kullanması sonucunda faşizmin psikolojik etkisinin kitlesellik kazanması, dünyanın kimi ülkelerinde hiçbir koşulda iktidarı vermek istemeyenlere “açık faşizm” veya “diktatörlük” olarak adlandırılabilecek aşamalara geçiş olanağı da sunuyor. “Hırsızlar rejimi” (kleptokrasi) olarak da adlandırılan (Türkiye gibi) ülkeler bu kategoriye dahil edilebilir.

Söylemekte sakınca yok; faşizmin kitle psikolojisine egemen hale gelme süreci ve bu psikolojinin gösterdiği etki şaşkınlık yaratacak türden bir fotoğraf ortaya çıkarıyor. Özellikle Almanya ve İtalya deneyimleri sonrası faşizmi inceleyen eserlerde, faşist psikolojinin kitleselleşmesinin hayretler uyandıran sonuçlarının benzerlerini yaşayarak görüyoruz.

***

Şimdi, kısa mı uzun mu olduğuna karar veremediğimiz bu girişten sonra, konunun esasına biraz daha eğilmek ve “sivri” belki “abartılı” bulunabilecek bir saptama yapmak gerekiyor: Türkiye'deki büyük çoğunluğa, “bundan daha kötüsü olamaz” dedirten otoriter rejim, (propagandif bir lafız olarak kullanmıyoruz); adlı adınca bir “faşist diktatörlüğe” geçişin öngünündedir.

Ve bu yazıda üzerinde durmayacağız ama geçerken söyleyelim: Türkiye'de bugün, faşist psikolojinin kitlesel ve kalıcı bir nitelik kazanmasının önüne geçmeyi hedefleyecek politik-örgütsel tutumu (devrimci siyaseti) belirleyerek üstün kılmak, sol-sosyalist hareketin öncelikli görevi olmalıdır. Sol-sosyalist hareketin süreci bütünlüklü kavrayışı ve ortaya koyacağı mücadele, Türkiye'de mevcut despotik rejimin yıkılması ve geleceğin eşitlikçi inşası için tayin edici bir önem taşıyor...

Bir önceki paragrafta ne demek istediğimizi ise biraz daha açmak gerekiyor.

Geçtiğimiz birkaç ayda yaşanan ve AKP'nin güncel yönelimini anlamaya yardımcı olabilecek önemli siyasal gelişmeler şöyle sıralanabilir: Bekçi yasası, baro yasası, sosyal medya yasası, Ayasofya'nın camiye dönüşmesi, hilafet çağrıları, LGBTİ+ yurttaşların açık hedef haline getirilmesi ve nihayet görünür işkence suçlarının iktidar sahiplerince üstlenilmesi.

Bunlardan “bekçi yasası”nın sınırlı oy katkısını gözden kaçırmadan şunu şöyleyebiliriz: Ekonominin toparlanmasına katkı sağlamayan, AKP karşıtlarını olumlu etkileyerek toplumsal barışa ve siyasal uzlaşıya hizmet etmeyen, uluslararası ilişkileri güçlendirmeyen bu politik adımlar aynı zamanda AKP'nin sandık gücünün büyümesine de vesile olmayacaktır. Üstelik Ayasofya hamlesi dahil olmak üzere alınan kararların oy artışı sağlamayacağı iktidar sahipleri tarafından da bilinmekte ve tüm kararlar buna rağmen hayata geçirilmektedir.

Dolayısıyla rejimin söz konusu ettiğimiz bu hamlelerini, “AKP oylarını artırmaya çalışıyor” ve hatta “AKP seçmenlerini konsolide ediyor” tespitleriyle çözümlemeye çalışmak yetersiz olacaktır. AKP'nin son birkaç ayda gündeme getirdiği uygulamaların, rejimin militarist veya başka bir ifadeyle “kemik” kitlesini oluşturmaya (keskinleştirmeye) dönük bir karşı-devrimci çabaya denk geldiğini düşünmek daha gerçekçidir. Hilafet hezeyanları, Ayasofya vesilesiyle Sultanahmet Meydanı'nın gericilerin toplanma merkezine dönüştürülmesi, Mustafa Kemal'in cumhuriyetin temsili bir figür olarak doğrudan hedef gösterilmesi, kılıçla kıldırılan namazın tekrarlanması gibi gelişmeler, bütünüyle faşizmin psikolojik etkisinin kitleselleşmesi saikiyle atılmış adımlar olarak değerlendirilmelidir. Türkiye'de iktidar, her ne olursa olsun kendi arkasına dizilecek yandaşlarını, başka bir ifadeyle söyleyelim, karşı-devrimci ordusunu oluşturmaya çalışmaktadır. AKP açısından amaç, bir ölçüde kabalaştırarak söylersek, siyasal teveccüh biriktirerek “iktidarı kazanmak” değil, ne pahasına olursa olsun -küçülmüş bir kitleyle de olsa- “iktidara yapışmak” olarak özetlenebilir.

Böylesi bir amaca sarılmış siyasal öznenin, hukuk, sandık, Meclis veya toplumsal itiraz tanımayacağı ve gerekirse seçim platformunu yok edeceği daha önce birçok defa yazıldı, söylendi. Bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta, son aylarda iktidar tarafından atılan (ve yukarıda söz konusu ettiğimiz) adımların, geçtiğimiz yıllarda karşılaştığımız alelade baskı örneklerinin tekrarı değil, rejimin gömlek değişiminin ve otoriterlikten faşist diktatorya evresine geçiş eğiliminin işaretleri olduğudur.