Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı çalışmasına yazdığı, Alman Sosyal Demokrat Partisi tarafından yumuşatılarak yayımlanan girişte, “güncel tarihe ait olayları değerlendirirken en son iktisadi nedenlere kadar geri gitmek hiç bir zaman mümkün olmayacaktır” der. Ekonomik verileri tam olarak sergileyemiyor, gelişmelere bağlayamıyorsak Engels’in söylediği gibi “siyasal çatışmaları ekonomik gelişmenin ürünü olan mevcut toplumsal sınıflar ve sınıf kesimleri arasındaki çıkar mücadelelerine bağlamakla ve tek tek siyasi partilerin aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin şu ya da bu ölçüde uygun siyasal ifadeleri olduklarını göstermekle yetinmek zorunda” kalırız. (Fransız Üçlemesi- Fransa’da Sınıf Mücadeleleri. Yordam Kitap, sf.17) Türkiye’de ekonomik kriz ve sosyal politik bunalım bugüne kadar hiç olmadığı kadar gözle görülür hale geldi. Eğer çarpıtılmış bir dünyaya içinden çıkılması zor bir cangıla dönüşen iletişim alanının tuzaklarından kurtulabilirsek, ekonomik verilere Engels'in tarif ettiği dönemden daha hızlı ulaşabilir, nedenleri adlı adınca görmemiz, siyasal öznelerin kimleri temsil ettiğini kavramamız mümkün olabilir.
***
Erken ya da değil seçimler yaklaştıkça tartışma konuları hem azalıyor hem netleşiyor. Öne çıkan konu ya da sorunlardan birisi de doğal olarak “ittifaklar” oluyor. Önce ittifak denildiğinde ne anladığımızı söyleyelim ki, farklı anlamlar içinde yerimiz belli olsun. İttifak siyasi öznelerin belli bir amaç için güç ve eylem birliği yapmasıdır. Kuşkusuz siyasi özneler belli sınıf ve katmanların ya da güncel ifadesiyle seçmenlerin süreç içindeki durumlarının da izdüşümü olarak siyaset yaparlar. Bu yazıda İktidar bloku dışındaki güçlerin ittifak konusundaki yaklaşımlarını ele almaya çalıyacağız; zaten ittifaklar meselesini belirleyen de kurulacak ittifakların bu bloka karşı duruşudur.
İktidarı seçimlerde yenilgiye uğratmak için birlikte davranma çabası içinde olan Millet İttifakı’nın ne istediği, ne kadar istediği bellidir. Bir büyük koalisyon olarak iktidar olmak ve yeniden parlamenter sisteme dönmek istiyorlar. Bu kadarla sınırlıysa yönetim tarzıyla ilgili bu değişikliğin bir rejim değişikliği olarak yorumlanması herhalde doğru olmayacaktır. Rejim değişikliği için iktidarın gerçekleştirdiği devlete ilişkin ve toplumsal yapıyı zorlayan tasarruflarının tümünün gözden geçirilmesi önemli bir bölümünün iptal edilmesi gerekir. Yeniden parlamenter sisteme dönülmesi, adına “güçlendirilmiş” sıfatını eklesek de içeriği ve nasıl gerçekleştirileceği netleşmeden bir rejim değişikliği sayılamaz. Ama Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ekonomik politik durum, -kısaca derin bir bunalım olarak adlandırılabilir- bir sistem değişikliğini mümkün ve zorunlu kılıyor. Türkiye bu bunalımdan sistemi geriletme, tavizler koparma ya da olmayacak duaya amin demek gibi reform talepleriyle çıkamaz, artık varlığı bir büyük sorun, yolu tıkayan bir kaya olan kapitalizmden kurtularak çıkabilir. Solu gelişmelere geniş bir açıdan bakmaya çağıran yazısında Metin Çulhaoğlu’nun vurguladığı gibi “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz.” (İleri Haber)
Peki durum böyleyse rejim değişikliği için gösterilen çabalar tümüyle değersizleşiyor mu? Sokaktaki insanın, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin talepleri eleştirileri radikaldir, doğrudan sisteme yöneliyor. Buna karşı sistem de savunma mekanizmalarını harekete geçiriyor. Büyük sermaye rejim değişikliğini yönetebilmek için adım adım güncel siyasetin içine giriyor. TÜSİAD’ın son raporu, siyasi parti ziyaretleri, Daron Acemoğlu gibi sistemin akıllı ve şöhretli savunucularının Türkiye politikasına ilgisi, Millet ittifakının lideri Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yönelik, “18 Ekimden sonra yasa dışı hiç bir eyleme imza atmayın” çıkışı da bu kapsamda görülebilir. Muhalif medyada övgülerle karşılanan, söylem olarak pek sert görünen bu çıkış 18 Ekim öncesinin tartışma konusu yapılmayacağını bir tür affa uğrayacağını söylüyor olabilir mi? Bu arada AKP ve MHP’ye oy vermiş olan kitlenin iktidar değişikliğinde kendilerine hesap sorulacağı yönündeki kaygısının hemen bir kamu oyu yoklamasına konu olması da ilginç bir gelişmeydi doğrusu.
Millet İttifakı’nın seçmenle bürokratı birbirine karıştırmadığı özellikle CHP’nin laiklik savunusunu yumuşatmış söyleminden, ittifakı genişletme çabasından da bellidir aslında. Kılıçdaroğlunun sözlerinin bir adım sonrası ki muhtemelen seçim yaklaştıkça o da devreye girecektir; “devr-i sabık yaratılmaması”, seçimlerde zorluk çıkartılmazsa “izzet-ü ikbal” ile iktidardan çekilme fırsatı verilmesi gibi “stratejiler-taktikler” gündeme gelecektir. Oysa bir rejim değişikliği değiştirilmek istenen rejimin gerçekleştirdiği yapısal, kurumsal değişiklikleri iptal etmekle, yalnızca yasa dışı değil insani değerlere aykırı tüm eylemlerinin mahkemelerde ya da halk önünde mahkum edilmesiyle mümkün olabilir. Bürokraside gerçekleştirilecek değişiklikler suçlu ya da şaibeli bürokratlarla sınırlı kaldığında, yapı olduğu gibi korunduğunda gerçek bir rejim değişikliğinden söz etmek mümkün olmaz. Bu arada Selin Sayek Böke’nin Genel Sekreter olmadan önce “makbul müteahhitlerin” halka çok pahalıya patlayan, bedeli her koşulda ve halk tarafından dolar olarak ödenen işlerinin kamulaştırılacağı yönündeki sözlerinin CHP tabanındaki sol itirazın bir tür yansıması olarak bir kenara yazalım. Parti yönetimi “yüksek politika” yapıyor ve tabanı ile arayı açıyor. Sol, bu nedenle de CHP tabanını olumsuz gidişe karşı uyarmayı ve desteklemeyi bir yana bırakmamalıdır.
***
Rejim değişikliği için gösterilen çabalar tümüyle değersiz midir sorusuna geri dönelim. Politika verili koşullar içinde yapılır. Önemli olan bu koşulların sabit durağan kabul edilmemesi, değiştirilmesi için çaba göstermekten vazgeçilmemesidir. Sosyalist sol da verili koşulları değerlendirir, eylemini bu koşulları zorlayarak geliştirirken ne hayal kurmalı ne de “durum böyleyse yapacak bir şey yok” duygusuna kapılmalıdır. Her şeyden önce siyasetin dışına düşmek büyük bir yanılgı olacaktır. Can Soyer’den bir alıntı ile biraz daha netleştirebiliriz: “Dahası ‘düzen dışı’ olmak adına verili zemin ve koşullar ile her türlü ilişkiyi reddeden sekterlik, kapitalizmi yıkmayı değil, onun dışında kalmayı, kendi yalıtık mekanında sıfırdan bir toplumsal yaşam kurmayı öğütleyen liberal/ütopyacı perspektifle soy ortaklığına sahiptir. Zira devrimci siyaset düzen ‘dışı’ değil, düzen karşıtıdır.Yani siyaset, nesnel koşulların çözümlenmesi ile o nesnellik içindeki olanakların saptanmasının tek bir zeminde bir araya getirilmesidir.” (Marksizm ve Siyaset, Yordam Yayınları. sf.252) Öyleyse siyasetin dışına düşmeden ama siyaseti etkilemenin yollarını sürekli zorlayarak yürümek, ortaya çıkan imkanları bu amaçla değerlendirerek ilerlemek gerekecektir.
Tam olarak netleşmemiş olmakla birlikte görünen odur ki, Millet İttifakı sağa doğru genişlemeyi geniş seçmen kitlesine ulaşmanın yolu olarak görmekte, bu yönde adımlar atmaktadır. Kürt siyasal haraketi ise yine tam netleşmemiş olsa da olabildiğince geniş bir Demokrasi İttifakından söz etmektedir. Ama aynı zamanda Millet İttifakı ile “reel politik” bir diyalog arayışındadır. Orada da ne yazık ki laiklik vurgusu gerilerde kalmaktadır. Solun kendi içinde yeterince tartışmadığı ittifak meselesinin seçimler yaklaştıkça daha ete kemiğe bürüneceği öngörülebilir. Nihayet amaç, yolu her anlamda tıkayan iktidar blokunu devre dışı bırakacak rejim değişikliğini küçümsemeden, sistemin değiştirilebilir olduğu fikrinin kitlelere anlatılması siyasetin bu yönde geliştirilmesi olmalıdır.
Son zamanlarda muhalefetin her halde kamu oyu yoklamalarından da aldığı cesaretle her şeyin olup bittiği, zaferin garanti olduğu algısını güçlendirmeye ağırlık verdiği de gözleniyor. Bu türden bir algı politikası psikolojik olarak işe yarayabilir ama aynı zamanda siyasetin sürprizlerine kapalı hayallere ve sonuçta büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. İktidar blokunun elindeki olanakların küçümsenmesi büyük hata olacaktır. Özellikle de seçmen desteğini yitirmiş İktidar blokunun seçimleri kazanmanın binbir yolunu deneyeceği unutulmamalıdır.
***
Nesnel verilerle desteklemeyen hayallere kapılmak yerine mücadeleye ağırlık vermek, özellikle “geliyor gelmekte olan” sloganına karşılık “gelen nedir” sorusunu daha sık sormak, kitleleri gelenin içeriğini sorgulamaya çağırmak da çok yerinde bir siyasi faaliyet olacaktır.
Hep aklımızın bir köşesinde durmalı, karamsarlık kötüdür ama unutmamalı, gerçeklere dayanmayan iyimserlik de sağaltılması zor bir hastalıktır…