“Bendeki görüntüler”in Kemal Özer’den gelen mirasını ve kapsamını daha önce yazmaya çalışmıştım. (*) Tekrara kaçmadan hemen ilk görüntüye geçiyorum o yüzden.
Beşiktaş’taki bir mitingden bu. Çok kalabalık değil. Belki de o yüzden “nitelikli ve coşkulu” tabir ettiğimiz türden! Pek de miting alanı olarak kullanılmayan bir yerde, Barbaros İskelesi’nin önünde, Rasih Nuri İleri var kürsüde. 90’lı yılların ikinci yarısı, kadro hareketlerinin hafiften toplumsallaşmaya başladığı bir kesit herhalde. Pek de alışık olmadığımız bir şekilde hitap ediyor bize Rasih Abi, “Yurttaşlar” diye. Bir yaşımıza daha giriyoruz böylece. “Dostlar”, “arkadaşlar”, “kardeşler” vb. diye seslenilmesine alışmışız, yurttaş mıyız biz yahu? Ama miting bu ve olması gereken de bu. Eskilerden, Fransız Devrimi’nden, Bolşevik gelenekten, kitlesel mitinglerden, 60’lardan, 70’lerden gelen bir hitap biçimi. Öğrenmemiz lazım deneyimli ağabeylerimizden. Kitle ne kadar “kadrolar”dan oluşursa oluşsun, bir mitingde değil miyiz? En azından vapurdan inerken, vapura binerken neler oluyor orada diye bakınan “yurttaşlar” var civarda. Solun “yurttaşlar”a da seslenmesi, kürsünün “yurttaşlar” diye seslenmesi gerektiği geçiyor aklımızdan böylelikle.
Kolektif belleği ve geçmişimizi temsil eden, yarına dair uyarıcı ve öğretici olmaya gayret eden, berrak ve açık bir aklın görüntüsü bu.
Bazı sunuşlar, söyleşiler, konferanslar var daha sonraki görüntülerde. Aramızdan erken ayrılan oğlu, şair Suphi İleri’yle ahbaplık var. Bu ahbaplıktan da yararlanarak davet ettiğimiz etkinlikler var.
Bu etkinliklerde sol tarihten, “Ben ondan 6 ay daha yaşlıyım” dediği TKP’den, TİP’ten, 40’lardan, 60’lar ve 70’lerden, Nazım Hikmet’ten, Sabahattin Ali’den, Rıfat Ilgaz’dan, Behice Boran’dan, Mihri Belli’den ve birçok başka isimden söz ediyor Rasih Nuri İleri. Uzun uzun, ince ince, kibarca, anekdotlarla ve ayrıntılarla dolu, belgelerle, yeni bilgilerle anlatıyor.
Belli bir “başlık” altında çağrılmış olsa da, konudan konuya geçiyor. Ana başlığın çevresinde dolanıyor, farklı yerlere uzanıyor. Ama dağılmıyor dinleyenler. “Biz anons edilen başlık için gelmiştik, bu böyle olmaz” diye toplantıyı terk eden yok. Zihinsel olarak da dağılmıyorlar. Anlattıklarıyla merak ve heyecanı ayakta tutmayı biliyor Rasih Nuri İleri.
Bu yaşta bu denli berrak bir akıl olağanüstü diye düşünüyor insan. Aldığı eğitimi sonradan öğreniyorum, aynı zamanda bir matematikçi zekası bu. Ve anlattıkları arasından bir sürü şey geçiyor kayıtlara: 1946 yılında iki parti kurulduğunda, Esat Adil’e, Şefik Hüsnü’nün “parti kur” mesajını ileten kendisi ve Rıfat Ilgaz’mış mesela. “TİP, 1961’de kurulurken ilk teşkilatlarını açtığı 12 il, Şefik Hüsnü’nün partisinin teşkilatlandığı 12 ildir” diyerek, damarlara, ilişkilere ve sürekliliğe dikkat çekiyor ya da. O anlattıkça, başkalarının görüntüleri de girmeye başlıyor kendi görüntüsüyle birlikte araya. Örneğin, parmak kelepçeleriyle birbirlerine bağlanıp içeriye götürülürken Abidin Dino ve Mehmet Bozışık ile birlikte, söz veriyorlar birbirlerine; kim önce ölürse, diğerleri onun cenazesinde enternasyonal marşını söyleyecek diye. Sonra Dino’nun cenazesinde bu söze istinaden enternasyonel okumaya başladıklarında, protesto edip cenazeyi terk ediyor iki kişi: Yaşar Kemal ve Zülfi Livaneli.
Bilgileri paylaşırken, neşesini de paylaşmayı ihmal etmiyor. 1944 yargılanmasında hakim TKP üyesi, bu sayede sanıklar hakkında “… her şeyi söylemiştir, dolayısıyla komünist değildir ve dolayısıyla beraatine…” diye kararlar alabiliyor ve salonda kahkaha. Başka bir neşeli anı; “Adana’da mali sekreter Galip, yılın 10 ayında parti için çalışarak para topluyor, 2 ayında ise biçerdöver makinisti olarak çalışıyor. Söz konusu 10 ay boyunca herkesin maaşının ne zaman yatırıldığını hesap ederek, her ay tam zamanında gelirlerinin yüzde 10’unu aidat olarak topluyor. Çocuk hastaydı, kira arttıydı falan filan kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir ceberrut! Sıra onun çalıştığı 2 aya geldiğinde ve maaşını aldığı dönemde kendisinden gelirinin yüzde 10’u kadar aidat istendiğinde yanıtı ise hazır: Cemiyetler Kanunu’na göre aidatlar yüzde 1’den fazla kesilemez... İllegal partinin nasıl olup da birdenbire Cemiyetler Kanunu’na tabi olduğunu da kimse sormaya cesaret edemez.” Gülünç anıları naklederken kendisiyle de dalga geçiyor bazen. Kulağının kimi sesleri seçmesi, kimilerini reddetmesi ya da dilediği başka seslere benzetmesiyle eğleniyor sık sık. Ne olursa olsun insanın neşesini kaybetmemesinin ve kendisiyle dalga da geçebilmesinin bir erdem olduğunu hatırlatıyor.
Bazı ev ziyaretleri var sonraki görüntülerde. Birileri belli konularda danışmaya gidecek, örneğin Tuncer Cücenoğlu, Sabahattin Ali’yle ilgili yazacağı bir oyun için sorular yöneltecek, refakatçi olarak takılıyoruz peşlerine.
Yaşını ve sağlık durumunu düşünüp, kibarca “Sizi çok konuşturup yormayalım hocam” diye başlıyor bir taraf söze.
“Yok, ben susunca yoruluyorum asıl” diye başlıyor diğer taraf konuşmaya. Ve ince ince ve saatlerce konuşuyor da konuşuyor Rasih Abi. Konu Sabahattin Ali ama Galatasaray Lisesi’ndeki lakap geleneğinden başlanıyor önce. İlk kayıt olduğu günlerde biraz kilolu olduğu için “patates” lakabını almış Nâzım Hikmet mesela. Aynı dertten muzdarip Mehmet Ali Aybar “teyze” lakabını alınca, kilolarından ve lakabından kurtulmak için başlamış atletizme. Milli atlet oluyor sonunda ve “tazı” yeni lakabı da. Ve kendisine dair içinden övünme de geçen bir hatırlatma: “Bir tek bana takamadılar bir ad galiba.”
Konu Sabahattin Ali olacak ama arada Necip Fazıl ve Ferdi Tayfur çevresi var daha, bazı “sakıncalı maddeler”i kullandıkları için gördükleri halüsinasyonlar, Ferdi Tayfur’un Tünel’den Dolmabahçe’ye aslanlar kovalıyor beni diye bir koşu tutturması ve benzerleri. Nihayet konuya giriş: Sabahattin Ali de bu çevreden biraz etkilenmişti... Sonra başka ayrıntılar, insanın kendisine ve zekasına aşırı güvenmesinin sakıncalarına dair hatırlatmalar.
Sadece anılarını nakletmekle, geçmişten bilgi ve belgeler paylaşmakla kalmıyor Rasih Abi, “Ne kadar zeki olursan ol, örgütlü bir güç kadar olamazsın. Partiye girmemesi en büyük hatasıydı Sabahattin Ali’nin” gibi ders niteliğindeki düşüncelerini de paylaşıyor.
Refakatler dışında başka ve biraz daha samimi ev ziyaretleri ve görüntüler de var arada. Bir sergi için resim istenecek mesela. Arşivciliği ve evinin arşiv niteliği zaten tartışmasız bir olay. Evin salonunda görünür olan kitap, belge ve resimlerin yanında, dehlizlerinde gizlice ulaşılanlar var bir de. Şansımız yaver gidiyor, gizli arşivin girişine götürüyor, Mihri Belli’nin mapusanede çizdiği Şefik Hüsnü ve Şoför İdris portrelerini gösteriyor bir keresinde. “Daha neler neler var kim bilir” düşüncesiyle birlikte. TÜSTAV var tabii, elindeki önemli belgeleri Vakıf’la paylaşıyor, oradan tarihe ışık tutan kitaplar çıkarıyor Rasih Abi.
Sonra bir ara görüntü var, 51 yaşında erkenden aramızdan ayrılan oğlu, arkadaşımız Suphi’nin cenazesindeki üzgün ama ağırbaşlı duruşu, metaneti...
Ardından birlikte gerçekleştirdiğimiz bir sergi ziyareti var. Galata’dan evden alıyorum, Kadıköy’e serginin açılışına gidip döneceğiz. Yol boyu anlatıyor tabii. Ama anlattıklarına geçmeden önce, vapura yetişme telaşıyla koşturmaya başlamamız, son metrelerde de ciddi ciddi ve epey hızlı koşmamız geliyor aklıma. O an’ın fotoğrafı yerleşti hafızama bir şekilde. İsterseniz çok zorlamayalım, sağlığınıza ters bir şey olmasın gibilerinden bir uyarıda bulunmaya çalışsam da, saçmalama der gibi bakıp hızla koşuyor Rasih Abi. Zihninin berraklığı, ruhen dinçliği, zindeliği bir kenara, her durumda, bedenen de benden daha genç galiba!
Yol boyunca Boz Mehmet’le, Mehmet Ali Aybar’la ilgili bazı anılarla birlikte, 1990 senesinde TKP’nin 70. yılı nedeniyle Sovyetler Birliği’ne yaptığı bir ziyareti anlatmaya koyuluyor. Moskova’daki MK Oteli’nde konaklarken Fransızcası sayesinde Fransa ve Belçika Dışişleri Bakanlarıyla yaptığı bir görüşme de var orada. Bakanlar, “Neden buradasınız” sorusuna, “İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmek için” yanıtını veriyorlar galiba. Vapurun rotası gereği Selimiye Kışlası’nın önünden geçerken, mapusluk anıları, Sarp Kuray’la Doğan Avcıoğlu’nun atışmaları (biz iktidarı alsak sizi içeri atardık diyor ikisi de, şimdi ikisi birden içeride!) vb. de karışıyor araya. Karışmayan şey yok ki; “deveye hendek atlatmak” sözünün bir çeviri hatası olarak Türkçe’ye nasıl geçtiği de var, deniz komandolarının suyun ortasında kaldıklarında günde sadece iki damla deniz suyu içerek (fazlası insanın içini kavururmuş) hayatta kalmayı nasıl başardıkları da.
Yakalamışken, gençlere mümkün olduğunca çok şey öğretmek gerekli. Ve tabii sergiyi de ihmal etmemeli: Kadıköy’de, Belediye’nin sergi salonunda her şeyi toplamaya başlıyor Rasih Abi. Evet, katıldığı resim sergilerinde, sadece broşür, davetiye vb. değil, fiyat kataloglarını, mühürleri vb. de alıp arşivleyecek denli belgeci biri kendileri. Dönüşte mutlu ve muzip gülümsüyor şimdi; arşiv için toplanan bir sürü şey, mühür, rozet, kağıt vb. kısa günün kârı gibi…
Arşivcilik/belgecilik demişken Cemal Süreya’nın “99 Yüz” adlı portre kitabındaki Rasih Nuri İleri tasviri de gelsin şimdi: “Bir devrim bildirisi yayınlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.” Öyle değil mi?
“Bendeki görüntüsü” diyorum ama başkalarının biriktirdiği görüntüler de girebiliyor araya böyle. Fark etmeden ona karşı büyük bir ayıp yaptığımı öğrenmiştim geçenlerde mesela. Bir parti toplantısında kürsüden “demokratik merkeziyetçilik” tartışması açtığında, onun ardından kürsüye çıkıp, Metin Çulhaoğlu’na referans vererek “su aygırı” anlatılırken nasıl su ve aygır ayrı ayrı tanımlanıp anlatılmazsa, “demokratik merkeziyetçilik” için de benzer bir durumun söz konusu olduğunu hatırlatmışım! Bunları söylediğimi hatırlar gibiyim de, Rasih Abi’ye karşı söylediğimi unutmuşum. Hafızanın seçiciliği işte!
Bendeki son görüntü, yine bir ev ziyareti.
Bir öneri var bu defa cebimde. İki kişinin biyografisini yazmak için girişimde bulundum bugüne dek. Biri, Rasih Nuri İleri’ydi. Özellikle iyi bir biyografi kitabı, Zweig falan okuduktan sonra depreşiyor bu istek galiba. Tabii işin araştırma kısmı, gözünde büyüyebilir insanın daha sonra. O yüzden “nehir söyleşi” belki daha kestirme bir yöntem olabilir diye düşünüyor. Her ne şekilde olursa olsun, bir öneri götürmüştüm, araya İrfan Ertel, Zeynep Güler gibi daha yakından tanıdığı, daha samimi olduğu arkadaşlarımızı da sokup.
Olası bir kitabın üç, dört sayfalık taslağını, kabataslak bir planı çıkarıp paylaşmaya çalıştığımı hatırlıyorum bu ziyarette. Bir kadeh rakı ve tatlı bir gülümseyiş kalmış son görüntü olarak aklımda. Ve kestirme bir yanıt: “Daha çok erken kuzum...”
Halbuki sol tarihimiz açısından da bazı sırlar açığa çıkar diye ümit etmiştim. TKP’nin SBKP’nin bir seksiyonu olması meselesindeki bilgileri, TİP-TKP ilişkilerinin bilinmeyenlerini, Duisburg’daki matbaanın kaderini, Tünel olayını, Nâzım’ın pelür kağıttaki şiirlerini, Bedri Rahmi’nin mektuplarını, kendine sakladığı kimi portreleri, Halikarnas Balıkçısı’ndan Rauf Denktaş’a bazı yakınlıkları vb. soracak, yanıtlarla ilerleyecektim.
Saflık işte. Ser verip sır vermeme geleneği, bazı sırların deşifre edileceği bir biyografiye nasıl izin verecekti ki?
Bendeki son görüntü bu: Bilgilerini, belgelerini, düşüncelerini, neşesini paylaşsa da, sırlarını korumayı bilen bir sıra neferi...
(*) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-mert/vedat-turkalinin-bendeki-goruntusu-69426