Pek serbesti bir yazı üzerine

Ülkemizde siyasetin, öncelikle iktidarların en önemli silahlarından birisi eski söylenişle “dış mihrakların” faaliyetleri, yenisiyle “dış güçlerin” hesapları, oyunları, komplolarıdır. “Dış güçlerin parmağı” denildi mi akan sular dursun istenir ve genellikle de etkili bir silahtır bu dış güçlerin parmağı. Son yıllarda da sık sık kullanıldığını görüyoruz. Ülkeyi derin bir kedere boğan yangınlarda da bir şekilde dış mihrak arandıysa da yanlış yerlerde arandığı için bulunmadı. Örneğin küresel ısınma meselesinde iç ve dış güçlerin vahim ortaklığında, tarım alanlarının dış güçlerin istekleri doğrultusunda talan edilmesinde, betonlaşma hayranı iç ve dış merkezlerin yükselen egemenliğinde, orman alanlarında maden arama, siyanürle altın çıkarma tutkusunda aransaydı daha isabetli olmaz mıydı? Ama neyse sonunda dış mihraklardan yardım isteyerek ülkenin itibarını sarstıkları için dışarıdan yardım isteyen kampanyalara katılanlara soruşturma açılarak bu açık kapatılmış oldu.

Dış güçler ya da dış mihraklar söylemi, sistemle emperyalist kapitalizmle sıkı iş birliği içinde çalışan iktidarların sözlüğünde yabancı devletleri değil daha çok öteki ülkelerdeki muhalefetle dayanışma içinde olduğu söylenen iç muhalefeti sindirme çabasını ifade eder.

Ama karıştırılmasın, dış mihrak kötüdür; irili ufaklı devletler emperyalist büyük ülkeler dış mihrak değildir. Onlar küreselleşme gereği ülkenin çıkarlarına uygun olarak “karşılıklı bağımlılık” kapsamında iş birliği yapılan ülkelerdir. Katılıyoruz. Yalnızca bakış açımız biraz farklı oluyor ister istemez. Emperyalistler nesnel ve ahlaki olarak kötü ve tehlikelidir. Sık sık karşımıza dış mihrak olarak damgalanan modern dünyanın sivil toplum kuruluşları, demokratik örgütleri, demokrat partiler ya da gruplar, uluslararası nitelikte tıpkı sermaye gibi sınır tanımayan kurumlar ve kuruluşlardır. Burada kuşkusuz çok dikkatli olmak, emperyalist merkezlerin bu tür kurumları kuruluşları denetleme, yönlendirme gücünü hesaba katmakta büyük yarar vardır.

Her neyse bu yazının konusu dış mihraklar değil. Konumuz Marx - Engels ikilisinin burjuvaziyi ne kadar övdüğü, kapitalist moderniteye nasıl büyük bir hayranlık duyduğu konusudur. Ayrıca emperyalizm meselesinin de Lenin’le birlikte gündeme getirilmiş bir kötülük olduğu üzerinde de duracağız. Sebep? Sebep bu konularda büyük bir yetkiyle kalem oynatan eski Maocu bir entelektüel olan, sonradan sosyalizmle ilişkisini Allah’a şükürler olsun kesmiş değerli bir yazarın Halil Berktay’ın ¨'Dış’ korkusu Marx’ın Marksistliği, Âkif'in Leninistliği” başlıklı yazısı üzerinedir.

MARX VE ENGELS KAPİTALİZMDEN YANA

Yazısının girişinde çerçevesini net bir şekilde çizen yazarımız bu ikili hakkında şunları yazıyor: “Marx (henüz 30'unda) ve Engels (28'inde); iki genç entellektüel olarak daha 1848'de çok net görmüşlerdi, Sanayi Devrimi'yle birlikte dünyanın nasıl değişmekte olduğunu. Bırakalım, işçi sınıfı devrimine, sosyalizme ve sınıfsız topluma ilişkin öngörülerini. Bunlar yanlış çıktı. Ama içinde yaşadıkları çağa, 1750-1850 arasına tanıklıkları başka bir yerde duruyor.”

Nerede duruyorlarmış ki? Yazarımızla birlikte biz de en temel bir belgeye başvuracağız nerede durduklarını öğrenmek için. Belge ünlü Komünist Manifesto’dur. Değerli yazar kendi çevirisinden aktarıyor ve önemsediği, öne çıkartmak, gözümüze sokmak istediği cümlelerini altını çiziyor, siyahlıyor, bold diziyor; biz de aynı yöntemi izleyecek, başka çevirileri de dikkate alarak Marx-Engels’in nasıl çarpıtılmak istendiğini sergilemeye çalışacağız. Her şeyden önce “sosyalizme  ve sınıfsız topluma ilişkin öngörüleri yanlış çıktı” yargısını bir kenara koyalım; Manifest’in özellikle tartışma konusu yapılan ¨Burjuvalar ve Proleterler¨ bölümünün ilk cümlesini “günümüze dek tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir”i aktaralım, bu savaşın hâlâ sürdüğünü, değişen koşullarda hedefin aynı kaldığını ve geleceğin kapısının yazarın yaptığı gibi kapatılamayacağını söyleyelim de, kapitalizme ebedilik atfeden bu türden kehanetlere gülüp geçelim.

Yazarımız Manifest’in “Burjuvalar ve Proleterler” bölümünün sosyalistler tarafından pek gündeme getirilmediğini söylüyor: “Nedense bu açıdan kullanılmaz, okutulmaz günümüzde. Eski kuşaklar açısından unutulmaya, yeni kuşaklar açısından hiç öğrenilmemeye mahkûmdur sanki, içerdiği siyasal projenin iflâsı nedeniyle.” diye yazıyor. Ama bu apaçık bir yalandır. Sosyalistler özellikle de bu bölümü önemserler. Yazar neden böyle söylemek gereksinimi duyuyor? Doğaldır, böyle söyleyerek hem bu bölümü tepe tepe seçkicilikte harikalar yaratarak keyfince kullanacak hem de onu okuyanlar da “vay namussuz komünistler nasıl da gizlemişler gerçekleri” diyecekler.

Devam edelim. Cümlenin uygun bulduğu kısmının altını çizerek, siyahlayarak, bold dizerek devam ediyor sayın yazar: “Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde her türlü kırsal, feodal, ataerkil ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal üstleri'ne tâbi kılan feodal ilişkiler keşmekeşini acımasızca koparıp attı. Ne iyi yapmış, ama bu cümlenin önündeki cümleyi de aktarmak ve iki kelimenin altını özellikle çizmek koşuluyla. Şöyledir o cümle: “Burjuvazi tarihsel bakımdan son derece devrimci bir rol oynadı.¨

Demek ki bu “tarihsel bakımdan” vurgusunu önemsiyoruz biz. Ayrıca yazarın yarım bıraktığı cümlenin gerisini de merak ediyor ve bazı kelimelerin altını çiziyor, siyahlıyor, italikle diziyoruz: “…ve insan ile insan arasında çıplak çıkar dışında, duygusuz 'nakit ödeme' dışında hiçbir rabıta bırakmadı. Dinî coşkunun, şövalyelik heyecanının ve zevksiz duygusallığın en kutsal ürpertilerini bencil hesapçılığın buz gibi soğuk sularında boğdu. Kişisel itibarı değişim değerine indirgedi; dokunulmazlığı fermanlara yazılmış çok sayıda özgürlüğün yerine, Serbest Ticaret denen tek ve vicdansız özgürlüğü geçirdi. Özetle, üzerini dinî ve siyasî yanılsamaların örttüğü sömürünün yerini çıplak, hayasız, dolaysız, acımasız bir sömürü aldı.”

Buralarda görüldüğü gibi kapitalizmin nesnel canlı ve geleceği öngören bir tablosu sunuluyor. Kapitalizm kutsanmıyor. Ama yazarımızın bu konudaki yargısı kesin gibidir. “Benim altını çizmek istediğim nokta şu: Marx ve Engels son derece modern ve modernist. Kapitalizm ile kapitalizm-öncesi, modernite ile modernite-öncesi arasındaki karşılaşma ve çatışmada, kendi pozisyonları tamamen kapitalizmden yana. (Bu kez altını ben çizdim.) 

“Tamamen kapitalizmden yana” mı? Doğrusu böyle olsaydı, alıntılar yapılan Manifest Enternasyonal'in programı olmazdı; bunca çaba bunca emek kısaca Marx, Engels’in ve öteki devrimcilerin kapitalizmle kıyasıya hesaplaşmalarını açıklamak imkansızlaşırdı. Tamamen kapitalizmden yana olsalardı, Paris Komünü, Almanya’daki isyanlar, öteki ülkelerdeki devrimci ayaklanmalarla ilişkileri, Birinci Enternasyonal, öncesi ve sonrası, Gotha, Erfurt kongrelerindeki parti programlarını düzeltmek için yoğun çaba, kısaca bütün bir ömür ne için harcanmış olacaktı; kapitalizmi kutsamak, ebedi ilan etmek için mi?

MARX 'DIŞ'I SEVİYOR, LENİN KÖTÜ ANTİ-EMPERYALİST

Yazarımız bütün bir yazı dizisini “dışarı” meselesine ayırınca konu da ister istemez  yazımızın başında değindiğimiz dış mihraklar meselesi ile emperyalizm meselesini birbirinden ayırma konusuna geliyor. Başta söyledik: İktidarlar sistemle kavga etmezler, sistem içinde kendi çıkarlarının karşılanması için kimi politikaların peşine düşerler ama bu emperyalist ülkelerle bir kopuşa yol açmaz. Çatışma çıksa bile bir noktada durur, durdurulur. Sol ise emperyalizmle mücadeleyi sisteme karşı yürüttükleri mücadelenin önemli bir odak noktası olarak görür ve kendi ülkelerine uzanan emperyalist hevesleri, politikaları bağımlılıkla sonuçlanacak ya da sonuçlanan adımları görmezden gelmezler. Herkesin bildiği gerçek, emperyalist ülkelerin blokların özellikle Sovyetler'in yıkılması sosyalist blokun dağılmasından sonra egemenliklerini pekiştirdikleri ve zincirlerinden boşanmış gibi her yere her yöntemle saldırdıkları gerçeğidir. Ama bu koşullarda kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının büyüdüğü, sistemin tıkanma emareleri gösterdiği, kimi ülkelerin ise oradan oraya savruldukları da başka bir gerçektir.

Yazarımız kapitalizm konusundaki genel çerçevenin emperyalizm konusunda da uygulanması gerektiğini düşünüyor. Ona göre zaten emperyalizm meselesi Marx zamanında yoktu, ‘dış’ vardı yalnızca ve bu konuya hiç değinmemişlerdi, olsa olsa ima etmişlerdi. Gerçekten yalnızca ima mı etmişlerdi, yoksa kapitalizm tahlilleri Batı ülkelerinin sınırları içinde bitiyor muydu? Hiç kuşkusuz Marx’ta emperyalizm sözcüğüne rastlamıyoruz. Ama yazarımızın da belirttiği gibi “kapitalizm veya modernite veya medeniyetin yeryüzünün diğer köşelerindeki pre-modernitelere gidip çarpmasının ne demek olabileceğini, çarpılan toplumlar açısından 'dış' etkinin boyutları ve sonuçlarını, en azından kuvvetle imâ ediyorlar.” Kapitalizm “bütün ulusları yok olma olasılığı ile karşı karşıya bırakarak burjuva üretim biçimini kabullenmeye zorluyor; bu uluslar direnseler de onları kendisinin uygarlık dediği şeye ayak uydurmaya yani burjuva olmaya zorluyor.” 

Hep birlikte gördük, tanık olduk ki, ulusların parçalanması, birliklerin dağılması, sömürge imparatorlukları kuran burjuvazinin en önemli eylemi oldu. Ama öte yandan burjuvazi kendi anavatanında yani batıda “nüfusun üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınıklılığını her geçen gün biraz daha ortadan kaldırmaktadır. O nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti bir kaç elde yoğunlaştırmıştır. Bu değişmelerinin zorunlu sonucu politik merkezileşme olmuştur. Ayrı ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, vergi sistemleri olan bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler tek bir hükümet, tek bir yasa sistemi, tek bir ulusal sınıf çıkarı olan tek bir sınır, tek bir gümrük duvarı ardında tek bir ulus olarak birleştiler.” Görüldüğü gibi ima, ima olmanın ötesinde somut bir gerçekliğin anlatımına dönüşüyor. Bir taraf birleşir bütünleşirken öteki taraf dağılıyor parçalanıyor.

Burjuva modernitesi ya da uygarlığı Marx’ın öyle övgülere boğduğu bir hikaye değildir. Aslında bu uygarlığın nasıl bir uygarlık olduğunu nasıl gelişeceğini de şimdi daha iyi kavramaya başladığımız öngörüsüyle anlatıyor Manifest: “Benzer bir hareket gözlerimizin önünde gelişiyor. Üretim mübadele ve mülkiyet ilişkileriyle modern burjuva toplumu. Bu kadar güçlü üretim ve mübadele araçları yaratmış olan bu toplum, harekete geçirdiği cehennem dünyasının güçlerini denetleyemez duruma düşmüş büyücüye benzemektedir.” Marx, kapitalizmin sıklaşan buhranların, yeni pazarlar elde ederek, eskilerini daha kapsamlı bir şekilde sömürerek, gittikçe daha yaygın ve yıkıcı buhranlara yol açarak ve buhranları önleme çarelerini de daha kısıtlayarak üstesinden gelmeye çalıştığını da anlatır. Bu tablo günümüzü de pek güzel tanımlar.

Marx’ın iması gerçekten de çok güçlüdür. Yazarımızın anlatımı ve anlayışı ise kökten farklıdır. Kapitalizmin dönüştürücü rolünün iyiliğine ve ebediliğine yürekten inandığı için olsa gerek,  Marx’ın karşısında Lenin’i çıkarmakta hiç tereddüt etmiyor. Şöyle anlatıyor: “Marx ve Engels'in kapitalizmin dönüştürücü rolüne bu derece kefil olmasının yerini, çok değil, yarım yüzyıl sonra Leninist emperyalizm ve anti-emperyalizm teorisi alacak. ‘Dış’ Marx ve Engelste neredeyse her şeyiyle iyiyken, Lenin'de toptan ve topyekûn kötülüğe dönüşecek. (Çizeyim artık ben de bu cümlenin altını.) Böyle toptancı bir anti-emperyalizm, meselâ günümüzün kapanmacı milliyetçiliklerine ne gibi bir rasyonalizasyon sunuyor? Onların, Marx ve Engels'in kırsal [veya taşralı] eblehlik” diye tarif edebileceği özelliklerini soylulaştırmaya ne ölçüde hizmet ediyor?”

Ne alaka diyeceğiz ister istemez. Ya da kurnazlık diyebilir miyiz? Anti-emperyalizm nasıl da bir çırpıda kırsal ve taşralı eblehliğin soylulaştırmasına dönüşüyor. O zaman zaten yazısını da bir şakayla bitirme fırsatı buluyor yazarımız. “1848'deki Marx ve Engels ile 1915-1921 arasının Mehmed Âkif'i, kapitalizme ve moderniteye dürbünün iki zıt ucundan bakıyor. İlk ikisi medeniyetin yayılması ve evrenselleşmesinden yana. Diğeri 'medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar'a karşı görece Leninist denebilecek bir duruşu simgeliyor.”

Şaka değil mi diyorsunuz? Şakadır şaka!

Böylece Serbestiyet sitesinde rastladığım bu pek serbestçe yazılmış yazı ile ilgili söyleyeceklerimi, birbirini izleyen, canlar yakan yangınlar, yaklaşan daha büyük felaketler dururken sırası mıydı bu konunun serzenişleri arasında “Allahım neydi benim günahım” diyerek bitirdim.

Bana da, bu yazıyı okumak zahmetine katlanan okurlara da geçmiş olsun…