Palmyra’nın Anlattığı…

Belki de bizim bu “ilerlemeci tarih” anlayışının üstünü çizmek için Palmyra’ya kadar gitmemize gerek yoktur. Belki kendi yakın tarihimiz ilerlemenin de gerilemenin de insan işi olduğunu kanıtlayan bir tarihtir.

Geçmişe dönüp bakıyoruz arada bir; geçmiş bizi yaşadığımız, tanık olduğumuz, acıyla anımsadığımız ya da mutluluk duyduğumuz günlerden aylara, yıllara, yıllardan ders çıkarmaya çabaladığımız tarihe yönlendiriyor. Nasıl oldu, nasıl gelişti, neden böyle oldu, bundan sonra ne olacak, ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız soruları bizi hem hayata bağlıyor, hem de hayatımızı anlamlı hale getirmenin yollarını gösteriyor. “Anlat bakalım” diyor, içimizde yaşayan, sanki başka birisiymiş gibi konuşan merak. “Anlat ne oldu da ileriye doğru giderken, ilerlerken yani, birdenbire tökezledik?” Tökezlemek de ne demek, açıkça gerilemedik mi? Yolun yarısına kadar birlikte yürüdüğümüz arada bir yokuşlarda birbirimize el verdiğimiz dostlarımızın küçümser bakışlarına da aldırmıyor merak; durduk mu, geriliyor muyuz, var mıdır ki tarihte gerilemek? Kesintisiz bir ilerleme ya da inişli çıkışlı bile olsa, arada bir dursa duraklasa da ilerlemiyor muyduk; nasıl bir şeydi öncesinden başlayıp günümüze uzanan, doğanın öfkesine bakılırsa geleceği kuşkulu olan tarih?

Kimi filozofların iddiasına göre tarih, insanlığın tarihi yani öyle ya da böyle hep ilerliyordu. Üstelik bu tarih insanı toplumu aşan bir zihnin ürünüydü, hep ilerleyen bir kendiliğindenlik kazanmıştı; doğa değiştiriliyor, üretim durmak bilmez bir mekanizma olarak neredeyse bir devr-i daim makinası gibi çalışıyordu; bu dur durak bilmez gelişme artık önlenemezdi, ona karışmak mümkün değildi. Öyleyse onu yönetmeye kalkmak, siyasetin konusu haline getirmek de anlamsızdı. İnsanlık böyle süreklilik içinde, araçlarıyla birlikte bilimiyle, teknolojisiyle birlikte gelişiyorsa var olan kurumlar da bu gelişmenin sürekli yetkinleşen kurumları olmaz mıydı? Tarihin insanlara gereksinimi yoktu öyleyse. Onlar için bu hızını almış tarihin durumu kabullenmiş izleyicileri olmaktan başka yapacak bir iş, bir görev yoktu.

BU İŞ BÖYLE GİTMEZ Mİ?

Durumun böyle olmadığını kendiliğinden gelişen bir ilerlemenin hiç söz konusu olmadığını söyleyen huzursuzlar, münafıklar hep oldu. Tarih öyle “con ahmetin devri daim makinası” değildir; onu insanlar yaparlar, kuşkusuz öyle istedikleri gibi yapamazlar, ama sonuç olarak tarihi gerçekleştirecek olanlar da onlardan başkası değildir diyenler çıktı. Öncesinden başlayarak tarih biraz basitleştirerek söyleyelim, soyut insanların değil, kölelerin ve köle sahiplerinin, feodallerin ve serflerin, kapitalistlerin ve işçilerin çelişki ve çatışmaları ile oluşuyordu. Bütün bu dönemlerde, uğraklarda egemenler ideolojik üstünlüğü ellerinde tutmayı başardılar. Yükselen sınıf artık yönetemeyen sınıfı devre dışı bırakırken 1800’lerden sonra “bu iş böyle gitmez, sömürü devam etmez” diyen sınıfın ayaklanması işleri bozdu. Ama hâlâ kapitalistler ciddi ve güçlü itirazlara, isyanlara karşın demagoji ve yalana, güce ve zorbalığa dayalı egemenliklerini sürdürüyorlar.

Ama şunu öğrendik artık; tarihi insanlar yapıyor, kendiliğinden bir ilerleme söz konusu değil. Dolayısıyla tarihi başka türlü yapmak mümkün. Tamam Marx’ın 18 Brumaire’de söylediği gibi “özgür irademizle değil, kendi seçtiğimiz koşullar altında değil, dolaysız olarak önümüzde bulduğumuz verili geçmişten devrolan koşullar altında” yapıyoruz, yapacağız. Ama sonuçta biz yapacağız. Burada hem yenilgilerin, gerilemelerin, hem geçici ya da kalıcı zaferlerin izleri, birikimleri var. İşte şimdi biz kendi ülkemizin tarihinde bir tökezleme dönemini yaşıyoruz. Bir an önce ayağa kalkmak zorundayız ve becerebilirsek durumu, yani tarihimizi koşulları dikkate alarak, onları değiştirmeyi başararak yapmak durumundayız. Peki ne oldu da tam umut vadeden gelişmelerin ışığı yüzümüze vurmuşken her şey birdenbire tersine döndü. Tarihi değiştirmek isteyenlerin ilerlemelerin, gerilemelerin arkasında yatan gerçekleri keşfetmesinde, tarihe bu gözle bakmasında yarar vardır.

Bakalım öyleyse.

UYGARLIKLAR DA HARABELER DE HEP İNSAN İŞİ

Siyaset bilimci ve tarih araştırmacısı değerli Ateş Uslu’nun kapsamlı Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi adlı kapsamlı eserinden öğrendiğimiz ilginç bilgilerden ve yorumlardan yararlanalım. (Yordam Kitap, 3. cilt, sf.26) Fransa’da 1789 devriminden sonra oluşturulan Ulusal Kurucu Meclis üyesi Constantin-François Volney meclisin etkin üyelerinden birisiydi; aristokrat olmasına karşın mecliste Tiers-Etat’nın temsilciydi. 1791 Eylül’ünde Meclis son oturumlarını yapar, anayasa çalışmasını tamamlarken Volney de Harabeler (Les Ruines) adlı eserini tamamlıyordu.  Harabeler’in konusu, bizim de yakından bildiğimiz Palmyra’yı, Suriye’nin tarihi kentini anlatıyordu. Volney, Palmyra harabelerini gezerken, aklı, geçmişin yıkılmış imparatorluklarına, devletlerine, kentlerine giden, beyazlara bürünmüş bir Hayaletle sohbet eden anlatıcının ağzından kendi gözlemlerini aktarıyordu. Fransız devriminin önde gelen kişilerinden olan Valney’in farklı düşünceleri vardı. “Valney’e göre insan ve onun parçası olduğu dünya düzenli ve değişmez doğal yasalara tabiydi, doğanın insana verdiği en önemli yasalarsa zevk ve rahatlık arayarak yaşamı sevmek ve korumaktı. Birey olarak zayıflıklarını anlayan ve güvenlik ihtiyacı duyan insanlar zevklerini korumak için topluluk kuruyorlardı, aslında onları bir araya getiren de bütün zevkleri ve sanatları ortaya çıkaran da benlik sevgisiydi. İnsanlar başka insanların edindikleri şeylere göz koymaya başladıkça güçlüler güçlülerle, zayıflar zayıflarla bir araya geliyor böylece açgözlülük ve hırs yüzünden (Volney bu terimi kullanmasa da) bir sınıf mücadelesi başlıyordu. (…) Eşitsizlik zamanla doğa yasası sayılıyor, doğada güçlü olanlar bu güçlerini artırıp aşırı mülkiyet hakkı iddia ediyorlardı. Babalık zorbalığı siyasal zorbalığın temelini atarken, din ve teokrasi adı altında papazların da hırsları vücut buluyordu. Giderek kentler krallıklara, onlar imparatorluklara yenik düşüyor, yüzölçümü büyüdükçe idare karmaşıklaşıyor ve iktidar gücü çoğalıp zorbalık gelişiyordu.”

Hayalet, anlattığı bu tablo karşısında karamsarlığa kapılan anlatıcıya bu kez de umut aşılamak için Fransız devrimini, Amerika’da ve Fransa’da kopan umut çığlığını övmeye girişmişti. Harabeler’in yayımlandığı günlerde Kurucu Meclis anayasayı onaylamıştı. Anayasa yurttaşları farklı değerlendiriyor, “aktif yurttaş” kavramına yer veriyordu. Yoksullar bu defa da kapsam dışında kalmıştı. Toplam yedi milyon erkeğin yalnızca dört milyonu aktif yurttaş sayılmıştı. Yurttaşların “aktifliği” ise yalnızca oy kullanmakla sınırlıydı ve kadınlara anayasada hiçbir şekilde yer verilmemişti.

FAİLİ GERÇEKTEN BELİRSİZ BİR CİNAYET Mİ?

Valney’in gezdiği, anlattığı Palmyra öğrendiğimiz kadarıyla sürekli ilerlemeler gerilemelerle, iniş çıkışlarla dolu bir tarihe sahip. Bugün UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan kent Babil kayıtlarında “Çölün Gelini” diye geçiyordu. Tarihi eskidir; Tadmur’un Musevilerin kutsal kitabı Tanah’ta da “Çöl Şehri” ya da “Mucize” anlamına geldiği de yazılıdır. Kentin Yunanlılar, Romalılar, Sasaniler ve Bizanslılar dönemlerini yaşadığı, zenginliklerle sanat eserleriyle bezenmiş bir uygarlık kenti olarak anıldığı ama yağmalarla talan edildiği çok kötü zamanlar geçirdiği de biliniyor. Daha sonra Halife Ebu Bekir zamanında Müslümanların eline geçen kent 1089 yılında büyük bir depremle sarsıldı. Artık boşaltılmış bir harabeden başka bir şey olmayan olan kent, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlının sınırları içindeydi. Daha sonra Fransa’nın egemenliğine geçen kent, 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye’de bakımsız bir müze kent olarak adeta terk edildi. Ne yazık ki insanlar Palmyra’yı koruyamadılar.

Suriye’de bir ara büyükçe bir bölgeyi ele geçiren ve bu arada Palmyra’yı da talan eden insanlar tarafından, biliyorum “onlara insan denilebilir mi?” diyorsunuzdur, IŞİD militanları, dindarların bile tiksinerek anlattığı şeriatçıların en vahşi bir türü olan insanlar tarafından diyelim öyleyse, neredeyse tümüyle yakılıp yıkıldı. 27 Mayıs 2015 tarihinde şehirdeki Roma Antik Tiyatrosu’nun sahnesinde 20 esir vahşice idam edildi. Daha sonra 2 bin yıllık aslan heykeli parçalandı. IŞİD, Palmyra'da görevli Halid Esad adlı arkeoloğu da Palmyra hazinelerinin yerini söylemediği için öldürdü. Palmyra bugün artık Valney’in kitabında anlattığından da kötü bir harabedir. Belki artık harabe bile değildir. Kentlerin devletlerin ilerlemelerinin ve gerilemelerini bir tarihi gibidir.

Korkutucu bir gerçektir ve korkutuculuğu yinelenebilir olmasından kaynaklanır.

***

Öyleyse başa dönelim de tarihe açıklayıcı bir yanı olmayan “ilerlemeci tarih anlayışıyla” bakmanın pek bir anlamı olmadığını bir kere daha vurgulamış olalım. Çünkü bu anlayış insanı, asıl faili bir yana bırakıyor, üretenin insan olduğunu, dolayısıyla tarihi yapanların da insanlar olduğunu unutuyordu. İlerlemecilere bakılırsa, yine Ateş Uslu’dan aktaralım, “doğa ve onun uzantısı olan toplum önlenemez ve müdahale edilemez ama genellikle iyiye doğru bir gelişim içindeydi. Bu ilerlemeci yaklaşım siyasete dair bir kabullenmeciliği de beraberinde getiriyordu. Buna göre insanlık sürekli tekâmül ediyordu, var olan kurumlar siyasal yapıların sürekli tekâmülü sonucunda ortaya çıkmıştı ve olabilecek en iyi kurumlardı.” (age, sf.17)

Öyle miydi, ne dersiniz sevgili okurlar? Belki de bizim bu “ilerlemeci tarih” anlayışının üstünü çizmek için Palmyra’ya kadar gitmemize gerek yoktur. Belki kendi yakın tarihimiz ilerlemenin de gerilemenin de insan işi olduğunu kanıtlayan bir tarihtir. Yineleyelim, tarihi yapan insandır, insan olmadan tarih olmaz denilmiştir; öteki gerçekse doğanın insana ihtiyacının olmadığı gerçeği değil miydi?

Peki biz şimdi doğa-insan, insan-tarih ilişkilerini nasıl tarif edecek, nasıl canlı bir şekilde resmedeceğiz. Bu da artık takdir edersiniz, değerli ve sabırlı okurlar, yazmaktan başka bir iş bilmeyen yazıcıların işi değil, hep birlikte kavranıp, nihayet pratiğe dönüştürülecek bir iştir ve eğer insansa kendi tarihini yapan, insansa doğa karşısında mahcup olan, o insanlar bizler değil miyiz?