Çok kötüdür bunlar. Fecidirler. Fırsatını bulduklarında, Cuma falan dinlemez adamın ensesine pat diye, port diye, oport diye tokadı patlatıverirler.
Fırsatçı keratalar, sokakta yürürken olsun, (op)dururken olsun, bilgisayar başında o(p)tururken olsun hep bir fırsatını kollarlar. Ellerine ufacıcık bir fırsat geçmeye görsün, aportta beklemeyi bırakır, ortalığa çıkar, ortaklaşmacılığı inşaya kalkar, “hadi, biz yola koyuluyoruz” der, ortalamacı dünyamıza huzursuzluk yayarlar.
Evet öyledir, hep “biz” derler. Tek değildirler. Zaten bunların iki, üç tanesi bir araya geldiğinde kendilerini hemen bir şey zannetmeye başlayıverirler. Hop bir bakmışsınız birtakım haltlar karıştırıp kendilerine halkçı bağzı şeyler kuruvermişler. Oportünik bazı oluşumlar işte. İlk fırsatta bunlara giydirmek icap eder.
Giydirmek ne kelime, bunları böyle görüldükleri yerde, hiç öyle fırsat falan vermeden, bit gibi, pire gibi ezmek gerekir. Bitbitbitbit... artık elinizden kaç bit yazı çıkıyorsa.
Baktınız ezemediniz, ona buna şikayet etmek, tokatlatmak da olabilir. Bilhassa kardeş partilere. Tokatlatıp alkışlamak. İnsanın ruhunu dinlendirir. Keyif ve huzur verir.
Yine de durmaz bunlar, adamı sinirlendirir. Orada burada cırt pırt, eylemlere, direnişlere katılır, koşturur, nasıl yol alacağız diye tartışır, iş yapar, haybeye asabını bozarlar insanın.
Cırt pırt dedik ama osuruktan tayyare de değildirler. Oradan gelmez zaten adları. Orijinine bakıldığında, erkekleri oport oport, kadınları öpört öpört diye sesler çıkararak yürür bunların. Karda, yağmurda, çamurda, çölde, kuru iklimde fark etmez, yürürken muhakkak bu sesi çıkartırlar. O yüzdendir ki bunlara oportünist yahut cinsiyetine göre öpörtünist denir. Bir tek, suda yürüyen ender rastlanan türlerinde şapurt şupurt sesi nedeniyle şaşırtıcı farklar gözlenir.
Zaten su üstünde yürümek, neresinden bakarsanız bakın, şöşörtücü ve de öpörtünistçe bir şey değil midir?
Tıpkı buzun üstüne yazı yazmak gibi. Olmadı, havanda su dövmek de olur. Hatta tavada kızartılsa bile olur. Su yani.
İlahi, su hiç kızartılır mı yahu? E havanda dövüyorsunuz da tavada niye kızartmıyorsunuz, pop-artistler sizi!
Evet, bunların sanatla ilgilenip böyle hafif olanlarına, kahveyi höpürdeterek içenlerine, daha “volatile” takılanlarına, pop-arttan hareketle popartinist denir. Hiç ağır işler yapmazlar. Ağır şeyler yazmazlar, hafif hafif takılırlar.
Halbuki taş gibi, kaya gibi, beton gibi böyle ağır bir şeyler olsalar, ağır abiler gibi yazsalar daha iyidir. Hiç yerlerinden kıpırdamadan, masa başına çöreklenebilen türden. Oturaklı, korunaklı ve de saygın.
Lök gibi yerlerinde oturup lafı gediğine oturtmak suretiyle oturtunist olacaklarına, hop oturup hop kalkarak hoportünizmin karanlık dehlizlerinde ilerlerler.
Gerçekten de bunlar böyle bit gibi, pire gibi hop oraya hop buraya, ne bu böyle ya?!
Orada bir eylem, hooop gittiler oraya. Burada bir direniş, hooop gittiler buraya. Oturun bir yerinizde be, daha dünkü çoluk çocuksunuz, pis hopopöppoportünistler sizi!..
*
İşin kötüsü bunların bir de revizyonist denen alt yahut üst türleri vardır. Hiç girmeyelim o topa diyeceğim ama şöyle de bir şey öğrendim yeni. 1970’lerin ortasında Dev-Genç dolaylarında Sovyetler Birliği’ne “revizyonist diktatörlük” denince, beraberinde şu esaslı tez de atılıvermiş ortaya:
“Burjuva diktatörlüğü burjuva sınıfının, proletarya diktatörlüğü proletarya sınıfının diktatörlüğü yani ikisi de bir sınıfa dayanıyor. Revizyonist diktatörlük ne, revizyonist diye bir sınıf mı var?” (*)
Konu kilit tabii.
Onu da artık ileride, dönemle ilgili yazacağımız bir başka denememizde yahut dönömömüzde açarız belki…
(*) “Tarihle Söyleşiler”, s. 194, Mehmet Ali Yılmaz’la söyleşi bölümü, Özgür Açılım, 3. Baskı, Temmuz 2014