Okumanın anlamı
Neden bu kütüphane var? Okumak ne işe yarar? Nereye kadar?.. Bence tüm bu soruların, dolayısıyla konuyla ilgili kitapların, tek amacı bibliyofilin kendisini anlamlandırma çabasıdır.
Eli yüzü düzgün her kütüphanede "okuma" üzerine yazılmış kitaplar kesinlikle bulunur. Bunlar bir anlamda kütüphanenin mantığı, ruhu; daha doğrusu gerekçesidir: Neden bu kütüphane var? Okumak ne işe yarar? Nereye kadar?.. Bence tüm bu soruların, dolayısıyla konuyla ilgili kitapların, tek amacı bibliyofilin kendisini anlamlandırma çabasıdır.
Bu konuda en üretken yazar olan Alberto Manguel Okumalar Okuması’nda, “Yurttaş olmanın ilk adımı okumayı öğrenmektir.” der. Hatta bir adım daha atıp “Özünde okuyan hayvanlar olduğumuza ve okuma sanatının en geniş anlamıyla insan türünü tanımladığına inanıyorum.”a kadar gider. Geçen hafta okuduğum Okuma Üzerine Yakın Okumalar isimli kitapta da “İyi kitaplar, kaliteli bir yaşamın temel gereksinimidir.” deniliyordu. Söylemeye gerek yok, ben bu düşüncelere tümüyle katılıyorum ama genelde de yaklaşım böyle mi, bilemiyorum. Çünkü okumak öyle bir iş ki okumayan zaten bilemez, okuyan da artık kendisini kaptırmış demektir ve genelden çıkıp okuyanlara katılmıştır. Şunu söylemek istiyorum: Örneğin, "Çok gezmek kaliteli bir yaşam için gereklidir." önermesi konusunda gezenin de gezmeyenin de bir fikri vardır. Ama okuma böyle değildir; okumayan bu duyguyu bilmez, okuyan da artık başka bir boyuttadır.
KÜNYE: Okuma Üzerine Yakın Okumalar. Çok yazarlı, Çev.: Olcay Mağden Ünal, Delidolu Yay., 2018. Fiyatı 25 TL.
Neyse, kitaba dönecek olursak bazen bu tip kitapları alıp başından sonuna dek okurken bazen de içindeki bir söz beni başka bir kitaba götürür. Bu hafta da böyle oldu. Okuma Üzerine Yakın Okumalar’da Blake Morrison şöyle diyordu: “Genelde okumaktan alınan zevk de, gizli saklı olduğunda, söz konusu kitap yasadışı olduğundan ya da onu okumak belirli bir sebepten ötürü suç kabul edildiğinden bunu yapmamamız gerektiğini hissettiğimizde, daha yoğun yaşanır.” Bu doğru mudur, çok emin değilim ama Türkiye’de pek çok kitabın yasaklandığını, ki aralarında Tommiks bile var, biliyoruz. 1980’li yıllarda okuduğumuz bir kitabın yasaklı çıkma riski hiç de az değildi. Neyse ki yasaklı da olsa bir tane bulundurmak suç olmadığı için idare edebiliyorduk. Yani biz, Türkiyeli okurlar, yasak kitap okumayı kanıksamıştık; sanırım heyecan vermemesi bu yüzden. Öyle ki Marksist klasiklerin yasaklılık durumu günden güne değişebiliyordu. Bu düşünce akışı beni Marks’tan bir şeyler okumaya dek getirdi. Aslına bakarsanız geçen yazıdaki İbni Haldun-Marks benzetmesinden dolayı da aklımın bir köşesindeydi. Marksizm ansiklopedisi diye de anılan Alman İdeolojisi çekici duruyordu. Ancak bizim kuşak Alman İdeolojisi’ni Sol Yayınlarından okumuştu. Sonra öğrendik ki bu sadece bir bölümünün çevirisiymiş. Bunu, Evrensel (ve sonra Kor) Yayınlarından tam metin, ilk baskının neredeyse altı katı, olanını görünce anladım. Şimdi bu durumda eksik baskıyı tekrar okumak istemedim, tam metin ise, itiraf edeyim, biraz zor geldi. İçinde Can Soyer’in Alman İdeolojisi üzerine yazısı da bulunan Marx Okuma Kılavuzu iyi bir seçenek gibi duruyordu.
KÜNYE: Marx Okuma Kılavuzu. Ebru Pektaş (Ed.), İleri Kitaplığı, 2021. Fiyatı 32 TL.
Kararım doğruymuş. Ebru Pektaş’ın editörlüğünü yaptığı “Yirmi yazarın yirmi makalesinden oluşan kitapta, makaleler Marx'ın eserlerine yalnızca ön okuma olmakla kalmıyor. Yıllar önce kaleme alınan eserlerin sosyalizme dair ne dediklerini, bu deyişlerin günümüz sosyalizm mücadelesine ne kattıklarını günümüz diliyle basitçe anlatıyor.” (1)du. Gerçekten de Marx Okuma Kılavuzu’nu okurken sadece Marks’ın kitapları değil, Marks’ın düşünce yapısının gelişimi de önünüzden akıp gidiyor: önce felsefe, sonra ekonomi politik, sonra sınıf mücadelesi…
Bu tip kılavuzları hazırlamak gerçekten çok zordur. Öncelikle çok yazarlılığın getirdiği bir "tekrar" sorunu vardır. Hadi bunu aştınız, ki Marx Okuma Kılavuzu’nda iyi bir editöryal çalışmayla böyle bir sorun kalmamış, daha büyüğüyle yüz yüze gelirsiniz: Eğer kılavuzunuz iyi ise gerçekten kolaycılık yaratabilirsiniz; insanlar asılları yerine kılavuzu okumayı seçebilir, ki ben bunun örneğini çok gördüm, diğer yandan bu kaygınız ağır basarsa da kılavuz kötü olur. Ortayı bulmak zordur ama gördüğüm kadarıyla Ebru Pektaş bunu başarmış. Sadece, yazarları tanıtan kısa notlar olmasını isterdim kitapta. Evet, çoğunu tanıyorum ama ismini duymadıklarım da vardı. En azından fikrim olsa iyi olurdu.
Kitap Marks’ın doktora tezinden, Demokritos ve Epikuros’un tanımladıkları atomun hareketlerinden birinde anlaşmazlıkları üzerine hazırladığı doktora tezinden başlayarak etnoloji üzerine yazdıklarına kadar değinirken bir yandan da dönemin siyasi hareketliliğini izleyebiliyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında amacına ulaşmış oluyor kitap. Yazarlardan Engin Deniz, yıllar önce Marksist klasikleri okurken yaşadığı güçlükleri anlatıp “Öncelikle onunla ilgili küçük bir araştırma yapmanın okumayı daha verimli kıldığını keşfettim. Eseri ortaya çıkaran tarihsel koşullara, eserin kuramsal içeriğine ve güncel önemine dair fikir sahibi olduğumda daha kolay okuyup kavradığımı fark ettim.” diyor. Bence Marx Okuma Kılavuzu bu iş için biçilmiş kaftan.
Kitaptaki yirmi yazıdan beğenmediğim, sıkılarak okuduğum olmadı ama iki yazı üzerinde özellikle durmak gerekiyor. İlki Metin Çulhaoğlu’nun Kapital’den Hareketle Marx’ın Yöntemi Üzerine Bir Deneme başlıklı yazısı. Çok iyi bir başlangıç ama genişletilmesi, diğer kitapları üzerinde de benzer çalışmaların yapılması gerekir. Biliyorsunuz, bunu yapabilecek en yetkin kişilerden biri olan Çulhaoğlu’nu geçtiğimiz yaz yitirmiştik. Bence böyle bir çalışma onun için en iyi anmalardan biri olacaktır. Diğeri ise Marks’ın dinlediği müziği, müzik üzerine yazdıklarını ve döneminin müziğini bir arada anlatan Ali Cenk Gedik’in yazısı. Yetmedi, on altı sayfa bana çok az geldi, tadı damağımda kaldı; kitap boyutlarına çıkması gereken bir konu. Daha önce benzerini okumamıştım.
Neyse, Marks’ın tek tek bütün yapıtlarının farklı tarihlerde neredeyse tüm ülkelerde yasaklanmasına karşın hala güncel olmasındaki "ne yapsanız boşuna" keyfini yaşayıp, Okuma Üzerine Yakın Okumalar’a döndüğümde Morrison’un şu sözlerine denk geldim: “Ben okurken sessizlikten hoşlanırım, etrafta kimsenin olmamasından. Çok sevdiğim bir kupanın üzerinde ‘Git Başımdan Kitap Okuyorum’ yazar. Ama bazen kupanın diğer tarafında ‘Haydi Gel: Birlikte Okuyalım’ yazsa dediğim zamanlarda oluyor.” Söz edebiyat keyfi ve onu paylaşmakla ilgili olsa da Prof. Dr. Oğuz Arı’nın eski bir çalışmasında, Ankara ve İstanbul’da İmalat Sanayii İşçilerinin Uyumu ve Sanayi ile Bütünleşmesi’nde, aynı duyguları yaşadım. Çalışma bugün okununca değişik oluyor; 1970’li yıllarda yapılmış yani henüz Türkiye’de yarı-feodal üretim ilişkilerinin sürdüğü, bir yandan da çözülmenin başladığı, köyden kente geçişin hızlandığı bir dönem. İki büyük şehirdeki işçilerin böyle bir ortamda iş değiştirmeye, sendikalaşmaya bakışı bana ilginç ve eski "sosyal içerikli" Türk filmleri tadında geldi ve çevremle ısrarla paylaştım. Elbette iş sadece bununla sınırlı değil, "bütünleşme" ve "uyum" arasındaki farkın işçilerin davranışına etkisini anlarken iyi bir bilimsel çalışmanın nasıl kendisini keyifle okutabildiğini de gördüm. Son bir not: Kitabın sahaf satış fiyatları arasında kırk iki (rakamla 42) kat fark var! Almayı düşünürseniz dikkat edin.
KÜNYE: Ankara ve İstanbul’da İmalat Sanayii İşçilerinin Uyumu ve Sanayi ile Bütünleşmesi. Oğuz Arı, Boğaziçi Üni., Yay., sahaflarda 10-420 TL arası.
Mark Hadden’a göre “Okuma öncelikle bir belirtidir. Sağlıklı bir hayal gücünün, bu ve başka dünyalara duyduğumuz ilginin, sakin ve sessiz kalma yetimizin, gün ışığı altında rüya görme kapasitemizin belirtisidir.” Bunlar Hadden’ın Okuma Üzerine Yakın Okumalar’daki yazısından. Bana kalırsa böyle belirtileri gösterebilmek için illa fantastik bir öykü ya da başka bir kıtada başka bir yüzyılda geçen bir roman okumak gerekmiyor; günümüzü veya biraz öncesini anlatan bir yazı da aynı işlevi görebilir, okuru alır götürür. Mehmet Semih’in Gözlüklü Beyefendi isimli öykü kitabını okurken bunları düşündüm ve epey bir süredir Aziz Nesin tarzı, bürokrasiyi anlatan öykü okumadığımı fark ettim. Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmin olağan gelişimini yaşamaması, sözcük tanımına tam uymayan bir burjuva sınıfı yarattığı gibi bürokrasi de yarı feodal insan ilişkilerden arınmamış bir tarzda oluşmuştur ve hicvedilecek çok yönü vardır. Bu koşullarda yazarların sistemle ilişkileri, burjuva göremedikleri için ya polis ya da bürokrasi üzerinden olur. Demek istediğim buraları anlatmaları çok doğal ve tarihe de not düşmüş oluyorlar. Bana bunları düşündürmesi bile alıp bir yerlere götürdüğünün kanıtı. Sağ olasın Mehmet Semih.
KÜNYE: Gözlüklü Beyefendi. Mehmet Semih. YAZKO ve İnkılap Yayınlarından basılmıştı, sahaflarda 3-65 TL arası.
Evet, bir eylem biçimi olarak okumak önemli ama her zaman da istediğiniz gibi gitmez işler. Yine Okuma Üzerine Yakın Okumalar’da Jeanette Winterson “Okumak bir yoldur, giriş ya da çıkış yolu” demesi genel olarak doğru olmakla birlikte, tekil her kitap için geçerli değildir herhalde. Elbette burada kitap kadar okur da önemli olsa gerek. Örneğin ben, çok uzun zamandır okuduğum üniversite üzerine yazılmış kitapların bırakın yol göstermesini, bana hiçbir şey vermediklerini düşünüyorum. Bunları söylesem de ‘acaba yeni bir ufuk açarlar mı’ diye de okumaya devam ediyorum. Bu hafta Fatma Nevra Seggie ve Hakan Ergin’in Yükseköğretimin Uluslararasılaşmasına Güncel Bir Bakış: Türkiye’de Uluslararası Akademisyenler ile Suat Çapuk’un doktora tez çalışması olan Yükseköğretim Sistemlerinin Karşılaştırılması: Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri isimli kitaplar vardı önümde. Her ikisinin de ortak özelliği özelleştirme ve neoliberalizmi gelişme olarak kabul edip, bunun üzerine bir şeyler inşa etmeye çalışmaları. Biliyoruz ki başlangıcından beri üniversiteler arasında akademisyen ve öğrenci hareketliliği olmuştur. Yeniden önemli bir kavram gibi ortaya çıkmasının nedeni, bence piyasalaşma. Herkes öğrenci çekip, gelirini artırmaya çalışmakta. Ama Çapuk’un vurguladığı gibi, ABD’nin lisansüstü eğitimdeki başarısının altında en önemli akademisyenleri bünyesinde tutması yatar. SETA yayınlarını, dünya görüşlerimizdeki farklılık nedeniyle çok sevmesem de rapor ve kitaplarının ilk bölümlerini, yani genel bilgiler kısmını iyi hazırladıklarını söylemeliyim. Katılmadığım kısımları genellikle çözüm önerileri oluyor. Çapuk’un kitabının olumlu yanı ise tezini tüm ayrıntılarıyla kitaplaştırmaktansa (ki bu ayrıntılar sadece konunun profesyonellerini ilgilendirir ve onlar istediklerinde zaten tezin kendisine ulaşabilirler) özet şeklinde yazılmış olması. Böylece genel okur açısından okunaklı bir metin ortaya çıkmış.
KÜNYE:
- Yükseköğretimin Uluslararasılaşmasına Güncel Bir Bakış: Türkiye’de Uluslararası Akademisyenler. Fatma Nevra Seggie, Hakan Ergin. Seta Yay., Kurumdan istenebilir, sitelerinde pdf’si var.
-Yükseköğretim Sistemlerinin Karşılaştırılması: Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri. Suat Çapuk, Vizetek Yay., 2021. Fiyatı 42 TL.
Elbette her kitap herkesin ilgisini çekmeyebilir ama kitapsız bir yaşamın çok sıkıcı olacağı kesin, nasıl olacağını düşünemiyorum bile. Okuma Üzerine Yakın Okumalar’da 1950’li yılları anlatan Carmen Callil’in “Her Avustralyalı çocuğun evinde olduğu gibi temel edebi eserler bizde de mevcuttu.” diye tanımladığı bir evde büyümenin ayrıcalığını ben yaşadım. Bizden sonraki kuşaklara bırakabileceğimiz en önemli miras onlara da bunu yaşatmak olsa gerek.
(1)https://ilerihaber.org/icerik/inadimizin-onderine-dogum-gunu-hediyesi-128449.html