Birinci Dünya Savaşı çıkar çatışmalarına dayalı bir paylaşım savaşıdır. İdeolojik farklılıklardan söz etmek pek mümkün değildir. İkincisi ise daha değişik bir karakterdeydi. Saldırganların; Avrupa’yı saran Nazizm’in, faşizmin, Franko, Salazar diktatörlüklerinin, toplumsal yapıyı, yönetim tarzını, en önemlisi iktidar kavramını değiştirmek gibi ortak bir ideolojik amaçları vardı. Başaramadılar. Çünkü karşılarındaki Avrupa’yı Nazilerden faşistlerden kurtaran temel güç sosyalist Sovyetler Birliği idi. Savaş sonrasında Avrupa “Doğu -doğrusu sosyalist- Avrupa” “Batı- daha doğrusu Amerikancı- Avrupa” olarak ikiye bölündü. Hitler-Stalin arasındaki geçici anlaşma üzerinden büyük bir anti-komünizm propagandası ile Avrupalı aydınları etkilemeyi başaran, ama öte yandan tam bir teslimiyet olan ahlak dışı Münih anlaşmasını imzalayan işbirlikçi politikacılar savaştan sonra “zafer kazanan Batılı”ya evrildiler. Avrupalı politikacıların yeni ideolojisi “Amerikan demokrasisi” oldu. Özetle birincisi dünyanın kapitalist ülkeler arasında paylaşılması kavgası ise, ikinci savaşın ideolojik tartışması sosyalizm ile her geçen gün soluğu biraz daha kesilen “temsili demokrasi” arasındadır. Yine de sonuçta dünyanın bir kere daha paylaşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Hareketlenmeyi, barış çağrılarını, artan sefaleti, Nazi zulmünü devrime çeviremeyen Avrupa solunun etki alanındaki kimi aydınlar gözlerini henüz nasıl bir şey olduğunu bilmedikleri “demokrasiye” çevirdiler. Kölecilikle savaşan Amerikalı nasıl sosyalistlerin ilgisini çekmişse, Hitler ordusuyla savaşa girişen Amerika da öyle ilgi merkezi oldu. Aydınların Nazi zulmünden kaçtıklarında gitmek istedikleri ülkeler arasında ilk sıra ABD’dir. Yola çıkanların bir kısmı New York limanına ulaşmayı başardı. Zorlu bir yolculuktan sonra ulaşanlar arasında siyasi magazin dünyasında Heidegger’in Hitler’in hizmetine girdikten sonra terk ettiği Yahudi sevgilisi olarak bilinen ama gerçekte ilginç fikirleri olan bir düşünür olarak anılması daha doğru olacak Hannah Arendt, ulaşamayanlar arasında Marksist Walter Benjamin vardı.
Kapitalizmden demokrasi çıkar mı?
ABD iç savaştan önce köle emeğine dayalı kapitalizmin vahşi büyüyüşünün ülkesi olmuştu. Birinci savaşın sonunda gerçekleşen Sovyet devrimi, ABD’nin Avrupa’da ve uzak doğuda yürüttüğü savaşın emperyalist karakterini açığa çıkartacaktı. Ama söylendiği gibi birinci savaş kapitalist emperyalist ülkeler arasında bir paylaşım savaşı idi. İkincisinin baskın karakteri ise sosyalizm ile faşizm arasında bir savaşa dönüşmesidir. Avrupa savaşın kazananı değil, kurtarılanıdır. Kurtaranlar ise sosyalist Sovyetler Birliği ile savaş sonunda uzaktaki “demokrasi” ABD’dir.
ABD’nin kurtarıcılığının daha sonra nasıl gelişeceğini de savaşın son günlerinde teslim olmaya hazırlanan Japonya’nın iki büyük kenti Hiroşima ile Nagazaki’ye attığı iki büyük Atom bombası daha iyi anlatır. Savaş sonunda Sosyalist Sovyetler Birliği sosyalizmi seçen ülkelerle bir sisteme dönüşürken, Avrupa’yı kurtardığını hem de bu işi tek başına yaptığını propaganda etmeyi pek seven ABD bundan sonra da “kurtarıcılığı” sürdüreceğini ilan etmiş oldu. Bu görevi hem ekonomik reçeteler hem silahlı yöntemlerle sürdüren ABD şimdilerde tüm dünyada gelişen, korkutucu bir şekilde ikinci savaş yıllarının iflas etmiş ideolojilerini anımsatan diktatörlükleri el atından - el üstünden destekleyerek yönlendirerek yapıyor. Ekonomi politikalarında büyük başarısızlığı gözle görülse de neo-liberal yöntemler, politikada otoriter yönetimler ABD’nin değişmeyen çizgisidir. Üstelik ABD’de var olduğu söylenen demokrasinin de bir şehir efsanesi olduğu özellikle Trump yönetimi altında daha çok anlaşılır hale gelmiştir.
Neo-liberalizmin her ülke için özgün politikaları o ülkelerin liberal aydınları tarafından şekillendirilir. Kuşkusuz bunlar arkaik geri unsurlar arasından devşirilemez. Daha önemlisi aranan kan yüzünü geçmişe çevirmiş kadrolar arasında bulunamaz. Bu nedenle iktidar partileri kendi ideolojik eğilimleri ne olursa olsun kadrolarını tarikatların ilkel şıhları şeyhleri arasından değil, batı eğitimi görmüşler arasından biat yemini almak koşuluyla seçerler.
Her ne kadar son zamanlarda neo-liberalizmin iflas ettiği, geri çekildiği, mevzilerini terk ettiği söylense de gerçek, küresel çapta sertleşen bir zorbalıkla hükmünü yürütmeyi sürdürdüğü, genişlemeyi planladığıdır. Bu kapsamda kendilerini görevli hisseden okumuş yazmış liberallerin yeniden ortaya çıkmaya hazırlandıkları söylenebilir. Bu ikinci dalgayı bir dönem Türkiye’yi sarsmış, İslamcı neo-liberal iktidara cehenneme giden iyi niyet taşları üzerinde dans ederek destek vermiş olan liberal dalgayla karıştırmamakta yarar var. İkinci dalga hayal edilen bir demokrasiye destek, askeri vesayete itiraz gibi pek de iyi irdelenmemiş amaçlarla değil, otoriter yönetimlere Schmittyen tezlerle doğrudan destek vererek piyasaya çıkma eğilimindedir. Kim bunlar diye soruyorsanız, satır aralarını iyi okuyunuz, yayın dünyasını iyi izleyiniz diyeceğim size.
Tarihin deposu zengindir
Otoriter yönetimlere yeni dönem liberal destek anti-komünizm üzerinden hareket edeceğe benzemektedir. Bir zamanlar Sovyetlerden kaçan “disidentlerin” rafine sosyalizm düşmanlığına benzer bir üslup yine revaçtadır. Ama bu kez anti-komünizm kara çalınacak bir ülke değil, söyledikleri yazdıkları tahrif edilecek sosyalist aydınlar ya da Nazizm’den kaçarken ABD demokrasisine hayranlıkta ölçüyü kaçırmış gördüğünü anlamamakta direnen aydınlar üzerinden yapılabilir. Birincisinin talihsiz kurbanı Walter Benjamin ikincisine yerinde bir örnek Hannah Arendt olabilir.
Arendt sığındığı Amerikan demokrasisine sınırsız bir güven duydu. Onu irdelemeyi eleştirel bir değerlendirmeyi gereksiz saydı. ABD’nin küresel çapta yaptıklarını görmezden gelmeyi tercih etti. Arendt ’da 1945’te iki atom bombasını Japon sivillerin üzerine sallamakta sakınca görmemiş ABD’yi 1948’de New York’ta verdiği bir konferansta övgüyle tarif etmekten kendini alamadı. Şöyle diyordu o konferansta: “Amerikan Cumhuriyeti yüz elli yıllık bir sanayileşme ve kapitalist gelişmeden dimdik ayakta çıkmış, burjuvazinin yükselişi ile baş edebilmiş, toplumdaki güçlü ve çirkin ırksal önyargılara rağmen, milliyetçi ve emperyalist siyaset oyununa girmesi yönündeki bütün ayartmalara direnmiş büyük 18. yüzyıl devrimlerine dayanan tek yapıdır.” (Paul Mason; Apaydınlık Gelecek. sf.162. Yordam Kitap)
İnsan sormadan edemiyor, neresi burası? Bildiğimiz ABD’den başka bir ABD daha mı var?
Walter Benjamin ise ABD’ye ulaşamadı. Nazi zulmünden kaçarken İspanya sınırında geçiş izni vermedikleri için Nazilerin eline düşmektense ölmeyi seçti. Benjamin çok tartışılmış bir Marksist’tir. Onu bir Musevi teolog olarak görmek isteyenler de var ya da “nasıl isterseniz öyle değerlendirin, yanlış olmaz” diyenler de. Ne niyetle okursanız o yani? Muz gibi bir şey. Onların gerçek niyeti Benjamin’in Marksist olarak katkısını atlamaktır. Onu “Mesihçi” olarak tanımlayanlar yüzeysel okumalarla yetinmeyi özellikle Tarih Kavramı Üzerine adlı tezlerini anlamak yerine tezlerdeki tarihi materyalist özü gizlemeyi uygun bulurlar. “Mesihçilik” ile ilgili tevatür de bu tezlerin ilkindeki şu cümleye dayandırılmaktadır. “Tarihsel maddecilik... bilindiği üzere günümüzde artık küçük ve çirkin olan kendini göstermesine de izin verilmeyen tanrı bilimi de hizmetine aldığı takdirde herkesle başa çıkabilir.” (Walter Benjamin, Pasajlar. sf.37. Yapı Kredi Yayınları) Tarihsel maddeciliğin teolojiyi hizmetine almasından mı söz ediliyor yoksa onun hizmetine girmesinden mi? Evrimi reddederseniz teolojinin hizmetine girersiniz, kabul ederseniz teolojinin size söyleyeceği bir şey kalmaz. Belki tezlerin devamında bu sorunun yanıtı varır. Gelmiş geçmiş bütün iktidarların zafer alayının tarihsel ganimeti de birlikte taşıdığını bu ganimete de kültür varlıkları denildiğini anlatır 6. Tez’de Benjamin. “Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliği taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek süreci de barbarlıktan uzak sayılmaz. Bundan ötürü tarihsel maddeci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. ‘Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı’ kendisi için görev sayar.” (Agy.sf.41)
Bu berbat gidişten kurtulmak için yığınlar insanlar bir Mesih bekliyorsa o Mesih neden biz olmayalım sorusuna yanıt veriyordu Benjamin. Benjamin’in Mesih’i açıktır ki, Musevi teolojisinden alınmış bir alegoridir, bir devrim tanımıdır. Günümüzdeki “devrime gerek yok halkın inandığı gibi bir Mesih olalım” anlayışı ile de bir ilgisi yoktur. Benjamin özetle “sosyalizmi bilmek yetmez aynı zamanda inanmalı, onun için mücadele etmelisiniz” diyordu.
Bilgi sizi belki Marksist yapar ama devrimci yapmaya yetmeyecektir.