Napan?

Türkçenin pek çok konuşulan ağzı var. Kıbrıs Türkçesi de en özgün olanlarından birisi olsa gerek. Doğrusu bir müddettir sık dinleye geldiğim için, hayli aşina da oldum. Hatta ötesi, hoşuma da gidiyor.

Adada en sık kullanılan tümce şu:

Soru: “Napan? (Ne yapıyorsun)”

Yanıt: “Napak; tadlı tadlı uraşırik? (Ne yapalım; tatlı tatlı uğraşıyoruz)”

***

Dört gündür kara kayıplardaydım. Eczacılık eğitimi ile ilgili kafayı kaldıramadığımız bir yığın toplantılar içine gömülmüştüm… Vatan bu bakımdan kurtuldu mu diye soranı olursa, ah keşke diyesim geliyor…

Neyse; gözümü yeniden hayata çevirdim ve olup bitene merakımın dayanılmaz hafifliğiyle kendi kendime soruyorum.

Nece mi? “Napan” ca…

Bu arada ilgimi çoktan kaybettiğimi düşündüğüm TV haberlerine bakıyorum…

Adeta RTE, oradan her zamanki celalliğiyle yanıt veriyor…

Napak; uraşirik. Şimdik asarık, keserik; tadlı tadlı hesap sorarık…

***

Geçen hafta da yazmıştım…

İktidarın bütün dişlileri, parçaları, aparatları korkuyor. Korku dağları bekliyor. Daha çok bağırma; daha çok güç gösterme; daha çok baskı; daha çok başkasına korku salma; yani hem kendini bu karabasanlardan bir an önce sıyırma çabası; hem de etrafındakileri kendine daha çok pekiştirme uğraşı.

Yoksa bu vehim; yoksa bu kâbus dolu geceler, gün içi yaşanan olmadık krizler, kendilerini tez elden götürecek…

Yazıyı yazdığım saatlerde günlerden 17 Aralık halen sürüyor.

Kutlu doğum; pardon AKP’nin kara kör düğüm haftasının sene-i devriyesi…

Geçen yıl tam da bu zamanlarda, malum kokulu “fışkiyelerin” ortaya saçıldığı; “alo babacım” telaşıyla her şeyin üzerinin kapatıldığı, ya da artık kapatılamadığı günlerin ilk yılını idrak ettik.

Bu ne müthiş idraktir ki, iktidar partisi ve şürekâsının, hal-i pür mealinin, cem-i cümle memleket ehli ve dahi ecnebi diyar ahalilerince biline yazılan durumunun üzerinden, daha bir yıl geçip yahut geçemeden,  hazretler hem iyot gibi açığa ve hem de zeytinyağı gibi üste çıkıyorlar.

Zira çıkamasalar korku dağları bekliyor; sendeleyecekler, kasise takılacaklar ve sonunda yuvarlanıp ya kafa üstü çakılacaklar ya da kaidesi üstüne oturtulacaklar…

***

Burjuva demokrasisine ve onun timsah gözyaşlarına meraklı olanlar, iktidar-cemaat paydaşları ve düşman kardeşlerinin son bir yılda birbirlerine yapıp ettiklerinin şiddetine şaşarak ve hangisinin doğru, ya da eğri olduğunu artık ayrıştıramama çaresizliği içinde “Zaman, Taraf, Bugün” cephaneliklerine karşı sürdürülen karşıt operasyonu kınayıp duruyorlar…

İnsan hakları, basın özgürlüğü, halkın haber alma hürriyetiymiş falan filan…

Geçen sene 17 Aralık tarihine değin, RTE’nin değirmenine su taşıyanlar, karşılıklı paslaşma ile toplum mühendisliği operasyonları için yoksa yol döşeyenler bunlar değil miydi?

Şimdi öküz öldü ve ortaklık bozuldu.

Böyle olunca da RTE ne yapsın? Yani eli armut mu toplasın? Haziran direnişinin nasıl zemin kaydırdığını gördüğünde ve kendi günahlarının bir gün saklandıkları köşelerden böyle ortaya saçıldığında, oturduğu yerde tutunabilmek adına, tabii ki böyle gürültü koparacak ve ne denli muktedir olduğunu gösteremezse başına neler gelebileceğini ancak bu kadar kestirebilecek…  

O nedenle Cemaate karşı ve onu “Haşhaşiye” ilan ederek yürütülen itlaf politikalarının, evin önünü temizleme operasyonu olduğunu unutmayacağız.

RTE’nin bu manevrasıyla kendini, kendine ve etrafındakileri de bendine yeniden konsolide etme işleminden başka bir şey olmadığını göreceğiz.

***

RTE Konya’dan sesleniyor.

Seslenirken görüntüsüyle de bir kez daha mesaj veriyor. Ya tren hattı açılışında makinist veya tramvay sürerken vatman; gemiyi kızaktan kaydırırken kaptan; velhasıl o her zaman en tepede ve başkan…

Düne değin, eteğine tutunduğu Hoca efendisi Fettullah’a, şimdi “şaklaban” diyor…

Hoca efendi küffar illerinden yaylım ateşini esirgemiyor…

***

Sıralamak gerekir mi bilmem…

AKP işin adını açık koymuş bulunuyor.

Yeni Türkiye projesinin resmi dili olarak Osmanlıca’yı ilan ediyor.

Bu diyarda kadının yerini yeniden tayin edip, evinde pencerenin ardına yolluyor ve ona, neredeyse sokağı yasaklayıp bir cenderenin altına sokuyor…

Kadın kıyafetinde ilk aşama çoktan tamamlanıyor. Kafaya tarhana kesesi gibi geçirilmiş bir torba bezi, kadının örtünme özgürlüğü ilan ediliyor… Sıranın surata peçeye, kafadan aşağıya sarkıtılacak feraceye geleceğinin sinyallerini veriliyor.

Eğitim işinde “kız çocuğa ne gerek” mertebesine ulaşılsın diye, sınıflar, mektepler ayrılıyor.

Aydınlanmanın ziyasından korkup, imam-hatipleşme dolambaçlarında Sünni-Ortodoks inanışı resmi tek din haline sokuluyor.

Aleviler, Kürtler ve bilcümle farklı saik ve kimlikler, durum nasıl icap ed erse, “eveleme, develeme; devekuşu kovalama” usulüne göre hem meşgul, hem de hazreti Ak-saray reisinin dudak hareketlerine esir ediliyor… 

Bu ve benzer işleri düne değin beraber kotaranlar, birbirinin hem küreğinde, hem de birbirine yataklık edip, tetikçilik yapanlar, memleket hanı-ı iştihasının yenecek lokma ve miktarında anlaşmazlığa düştüğünde ise bugün göründüğü gibi boğazlanıyor…

***

İşin iç yüzünü böyle virgül atarsak ve bir de dışarıya bakarsak, görülen o ki, denklem bozulmuştur.

Suriye meselesinde RTE’nin umduğu zuhur etmemiştir.

Hatta hem bölgede İsrail, İran ve Rusya ile ve hem de bölge politikalarında ABD ve AB ile yaşanan kimi kez zayıf, kimindeyse güçlü terslikler, şimdiye değin kazanılmak istenen pozisyon ve roller konusunda tam bir düş kırıklığına dönüşmüştür.

Bu konuda, hem RTE için, hem de AKP’ye ilişkin kara kaplı not defterine düşülen şerhlerin hesabı görülmüyorsa, yani defter dürülmüyorsa, bunun da zamanın geleceğini RTE iyi bilmektedir. Burjuva sisteminin, daha iyisi ikame olacağında eskisini yok hükmünden saydığını tarih sayısız kez göstermiştir.

O nedenle RTE bağırmak, daha çok bağırmak durumundadır… Davutoğlu’na yedeklenen AKP de, önümüzdeki seçimlerde bu hay huy içinde yeniden amiral gemisi kılınmalıdır. Yoksa durum acıklı olacaktır.

***

Ya da olacak mıdır?

Esasında ve muhtemelen ilk aralıkta, Türkiye burjuvazisi fırsatını denk düşürüp kendine uygun bir aparatla belini doğrultursa, yapmak istediği çok bellidir. Sermaye sınıfı, kendine sonsuz kaynak ve kanal açan iktisadi politikalardan memnundur. Bazen homurtulu sesler çıkarsa da, AKP’nin kuyruğunda, hatta Hoca efendi gibi bizzat değirmene su taşımakta bu güne değin hiç de tereddüt etmemişlerdir.

Ne ki dinci bir toplum mühendisliğinin yapılmadığı, sermaye birikim rejiminin merkezi kapitalist ekonomilerle daha da hem hal olduğu ve bu musluktan sulanacakları, ilişkileri daha da tahkim edebilecek sosyal demokrat seçeneklere bile sıcak bakabilirler…

Böylesi bir değişim ise sadece AKP’yi degrade eder; yoksa sistemin kendisine hesap soramaz, hatta kendini yeniden inşa etmesine olanak sağlar… 

Bu seçeneğe sadece sermaye değil, gözü dinci fanatizmden yılmış, uygulamada şekilci de olsa laikliği görmeyi özleyen halk kesimleri pekâlâ sahip çıkar.

İtirazın mı olur diye soran olursa, neden olmasın diye yanıtım olsun…

Başımıza gelen haller, aslında hep bundandır. Bu anlayışı bir biçimde toplumsal yaşamın bir köşesine hep ikame etmemizdendir.

Bu adaletsizlik, bu eşitsizlik giderek ve artarak sürüyorsa, kimi kez görüntüye darbe ve askeri vesayet geliyorsa; şimdilerde olduğu üzere parti-devlet, islamofaşist bir rejim kendini dayatıyorsa, üst yapıdan yansıyacak şekli bir laikliğin bile “kör göze, kör parmak” hep yeterli sayılmasındandır.

Bu makûs talihi mutlaka yenmek gerekir. Bunun içinde cendere gibi bedeni sıkan bu yutturmacadan sıyrılmak ilk hedef sayılmalıdır ve ayağa kalkıp, dik durulmalıdır.

Bu irade kendini Haziranda açığa çıkarmıştır. Polisin, gazın ve zorbalığın ufacık bir kıpırdanışla bile nasıl sarsıldığını el, gün ve bütün ahali görmüştür.

Omuz atmak için, ortak omurgayı tutturmak geçen Haziran’da mümkün olmadıysa da, şimdi vakit tamama ermek üzeredir.

Bu kepazelik, insana yaraşmayan, memlekete hiç değmeyen manzara mutlaka değiştirilmelidir.

Yani, “napak; uraşırık” demenin artık tam da sırasıdır.

nurianaci@gmail.com