Bir ortak açıklama yayınlayarak Montrö, Kanal İstanbul ve bir tarikatın toplantısına katılan muvazzaf amiral ile ilgili görüşlerini açıklayan ve bir kısmı gözaltına alınan emekli amiraller konusu, çok boyutlu, çok katmanlıdır.
Öncelikle görüneni, ayrıntısını sonraya bırakarak ele almak yararlı olabilir. Yürürlükteki Anayasanın ilgili 26.maddesi “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ya da resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” dediğine göre emekli amirallerin açıklamalarının bu açıdan herhangi bir eleştiri ya da yaptırımla karşılaşmaları normal koşullarda beklenmez. Yani artık sivil olan bu emekli amirallere “siz neden görüşlerinizi açıkladınız” denilmemelidir. Ama bilindiği gibi “normal” koşullarda yaşamıyoruz; siyaset hızla Schmittyen bir “olağanüstü hal” moduna girmek üzere. Soruşturmanın nasıl gelişeceğini, açıklama dışında somut kanıtlar olup olmadığını göreceğiz. Darbecilik suçlamasının ana muhalefet partisine uzatılmak istenmesi durumun siyasi olarak kullanılmak istendiğini gösteriyor.
İkinci konu amiraller bir grup olarak ortaya çıktıklarına göre ortaklaştıkları görüşlerin değerlendirilmesinin kaçınılmaz olmasıdır. Amirallerin açıklamasının içerik, üslup (neden üsttenci?) ve zamanlama (neden geceyarısı?) açısından ele alındığı görülüyor.
İçerik açısından emekli amirallerin görüşlerinin ulusalcı, devletçi özellikler taşıdığı söylenebilir. Son zamanlarda Akdeniz’deki enerji kaynağı aramalarında Türkiye’nin de devrede olmasını öngören, Libya ile ilişkileri bu kapsamda gören “Mavi Vatan” konseptinin yaygınlaşmasında adı geçen amiralin gözaltına alınanlar arasında bulunması dikkati çekmektedir. Tek tek eğilimleri konusunda bilgi sahibi olmasak da gerek açıklama, gerekse medyada yankılanan görüş ve yazılar amirallerin, Atatürk’ün dış politikada barışı öne alan yaklaşımı bir yana bırakılırsa, “Kemalist ulusalcı” olarak tanımlanabileceğini gösteriyor. Bu tanımlamanın öğelerinin laikliğin savunulması, - bildiride bu, tarikatçı amiralden söz edilmesiyle belirginleşiyor- ve Batıya karşı kuşkulu duruş olduğu söylenebilir.
Zaman zaman bu tür bir ulusalcılığın anti-emperyalist olduğu savunulabiliyor, ancak burada sözü edilen ilkesel bir emperyalizm karşıtlığı, kapitalizmle bağı kurulmuş bir antiemperyalizm değildir; ülke çıkarlarının savunulması için büyük devletlerle ya da bloklarla işbirliğine kapısı açık bir “antiemperyalizm”, bu türden bir ulusalcılıktır.
Emekli amirallerin açıklamasının üslup açısından klasik asker söyleminin dışına çıkamadığı, üsttenci özellikler taşıdığı bu açıdan içeriği ile uyumlu olmadığı da eleştiriler arasında yer almaktadır. Doğru olabilir ama bu içeriği etkileyen bir faktör sayılmamalıdır. Gece yarısı açıklanmasından yola çıkarak yorumlanması ise hukukçuların vurguladığı gibi ciddiye alınacak bir iddia sayılamaz. Yargılamanın nasıl sonuçlanacağını bilmek bu aşamada mümkün değildir; bunun için ilk günlerin tozunun dumanının yatışması, siyasetin yaklaşımı ile hukukun yaklaşımı arasındaki açının netleşmesi gerekmektedir.
SAFLAR NETLEŞİRKEN
Şimdi konuyu biraz daha netleştirebiliriz.
Ülkemizde “devletin çıkarlarını” halkın çıkarlarıyla bütünleştirerek savunan sol yaklaşımlar dış politikada hiç bir zaman egemen, etkin olmamıştır. Dış politikada güç merkezleri ile ilişkiler, savaş, askeri güç, bir argüman olarak her zaman etkili bir silah olarak kullanılmıştır. Bu nedenle de Atatürk’ün barışçıl dış politikayı öngören ilkesi ilk fırsatta terk edilmiş, örneğin Kore’ye asker gönderilmiş, ABD’nin Irak’a saldırısına ortak olmak Meclis’in yerinde kararıyla son dakikada önlenmiş, Suriye’de ABD ile Rusya’nın aktif rol aldığı çatışmalarda, sonuçları fazla dikkate almayan, hesaplamayan bir politika yürütülmüştür. Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışmada Ukrayna’dan yana tutum takınılmış, en azından Rusya ile ilişkilerin geleceği konusunda kuşkular artmıştır. Aynı zamanda Rusya ile ilişkiler, Batı ile ilişkilerde bir koz olarak ayakta tutulmaya çalışılmakta, “esnek politikanın” ana unsuru olarak büyük devletlerle değişken ilişkiler “başarılı diplomasi” olarak sunulmaktadır.
Son günlerde özellikle ABD’de Biden’ın seçimi kazanmasından sonra önceki dönemden daha olumsuz, -Trump döneminde de ilişkiler iyi değildi, yalnızca Trump’ın tuhaflıkları iç politikada kullanılmaya elverişliydi- gelişme ihtimaline karşı politikalarda pragmatik değişikliklere gitme hazırlıkları kapsamında adımlar atılmaktadır: Örneğin S-400’lerle ilgili herkesi memnun edecek formül arayışları hızlanmış, sonra da bir sessizlik dönemine girilmiştir. ABD ile iyi ilişkiler kurulması konusundaki çabalar henüz sonuç vermese, ABD, Kongrede Trump döneminde onaylanan CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası) gereği yaptırımları başlattığını açıklamış olsa da, genel politikadaki değişiklik mutlaka sonuç verecek, ilişkiler bir şekilde rayına girecektir. ABD ile AB’nin, ortak mekan NATO’nun Yunanistan’la gelişen ilişkileri karşısında Akdeniz’deki aktif arama faaliyetlerine bir süre için ara verilmiş, bu durum “diplomasiye ağırlık ve bir şans vermek” olarak sunulmuştur.
Görünen odur ki, Akdeniz’de Mavi Vatan konsepti hiç değilse bir süre için duruma göre potansiyel olarak saklı tutulmakla birlikte beklemeye alınacak, ilişkilerde yumuşama aranacaktır. AB yetkilileriyle son yapılan görüşmeler de beklentilere çok ters sonuçlar doğurmamıştır.
Diğer yandan bir süredir ihtiyatlı bir şekilde ama ısrarla gündem konusu yapılan, “niyetimiz yok ama teknik olarak mümkündür” türünden bir açıklama ile Montrö tartışmaya açılmış oldu. Özetle Karadeniz’de sınırı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkması konusunda önemli sınırlamalar içeren maddelerin yer aldığı Montrö Sözleşmesi’nde değişiklik yapılabileceği türünden, bir yanıyla Kanal İstabul projesine bağlanan yaklaşımların ciddiyet kazanması ise ancak safların netleşmesi, yani özellikle Rusya ile iplerin koparılması anlamı taşıyacak bir gelişmeyle olur. ABD’nin savaş gemileri kısıtlaması nedeniyle Montrö’den memnun olmadığı biliniyor. Geçtiğimiz hafta Ukrayna NATO savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkmasını talep etmiş, Rusya ise Montrö’nün değiştirilemesine karşı olduklarını Ankara’daki Büyükelçisi aracılığı ile duyurmuştur. Montrö konusunda herhangi bir değişiklik talebi “soğuk savaş” zamanında, Sovyet döneminde gündeme gelmemiş, hiç tartışma konusu yapılmamıştır. Kısacası bu tür bir adım Türkiye için çok büyük bir politika değişikliği anlamı taşır.
***
Kısa bir süre öncesine kadar sınırlı ama iyi ilişkiler kurulan kimi Amirallerin ulusalcı tutumlarının üzerinin çizilmesi, çıkışlarının sert bir şekilde kınanması, gözaltına alınmaları ile Batıya bir mesaj verilmek istenmiş olabilir. Amirallerin açıklamaları da bu tür bir değişikliğe fırsat tanıyan bir gelişme olarak değerlendirildi. Amirallerin durumu iyi okuyamadıkları ya da hiç bir zaman resmi bir hüviyet kazanmamış Avrasyacı politikaları savunmak amacıyla bu tür bir açıklama yapmayı uygun buldukları anlaşılmaktadır. Son günlerde Montrö’nün tartışılması, laiklik konusunu yalnızca din - devlet ayrımı olarak gören bir anlayışa sahip emekli amiraller için tarikatçı bir amiralin ortaya çıkması, anlaşılan odur ki yeterli olmuştur.
Sonuçta amirallerin laiklik konusunda toplumda var olan kaygılara, Montrö konusundaki politikalara karşı çıkmayı amaçladıkları, tarihe bir not düşmek istedikleri anlaşılıyor. Siyasi partiler ise bu açıklamadan rahatsız olmuşlar, rahatsızlığı da dile getirmişler, laiklik konusunu kaşımak istemediklerini, Montrö konusunda kendilerinin konuşmalarının daha doğru olacağını düşünmüşler, amirallerin düşünce ve kanaatlerini açıklama özgürlüğüne saygı duyduklarını söylemekle birlikte bir anlamda kendi yürüttükleri siyasete gereksiz bir müdahale olarak görmüşlerdir. Zor durumda kaldıklarını düşünüyorlar. Ama iktidarın dış politikadaki henüz kararsız bir noktada bulunan iki ucu açık politikaları iyi izledikleri ve itiraz etmekten öte somut politikalar geliştirdikleri izlenimini de vermiyorlar.
İktidar partisi ise biraz el yordamıyla, biraz karşısına çıkan fırsatları değerlendirerek gittikçe azaldığı söylenen seçmen desteğini yeniden kazanmaya çalışıyor. Temel hedeflerinden vazgeçmiş değildir. Bunlar özetle, otoritesini mutlaklaştırmak, eksikleri tamamlamak, buna uygun anayasa değişikliklerini baskıcı yöntemlerle gerçekleştirmek, dine dayalı yaşam tarzı konusunda kamuoyu rızasını genişleterek cumhuriyetin rengini değiştirmek olarak özetlenebilir. İktidar partisi dış politika konusunda da muhalefeti geriletebilmek, eskiden olduğu gibi “ulusal politikalar tartışılmaz” noktasına dönülmesini sağlamak istiyor. Amiraller konusundaki ısrarın bir nedeni de budur. Böylece hem otoritenin tartışılmazlığını sınamak, tersi eğilimleri susturmak, hem de muhalefeti dış politika manevralarına itiraz edemez hale getirmek istemektedir. İktidar bloku muhalefetin bu tür konularda reflekslerini çok çabuk yitirdiğini, geri adım atmakta oldukça kıvrak davranabildiğini görüyor...
Zaten görülmeyecek gibi de değil...