Mavi sinestezisi…

En yakın geçmişin, yani şu temmuz sonuyla, bu ağustos ilk yarısının büyük olaylar dizisi, Ayasofya’nın camii olarak ibadete yeniden açılmasıyla başladı.

Mimbere kılıçla çıkan din işlerinden sorumlu zat, vakfiye şartlarını bozanların lanetleneceği ahkâmı ile Ayasofya’ya ilişkin Hristiyan dünyasındaki gerilimin bir benzerini, iç siyaset dinamiklerine de taşımış oldu.

24 Temmuz böyle geçerken, geçtiğimiz haftanın jeneriğine düşen ikinci büyük haber, ABD Başkan adayı Joe Biden’in yedi ay önce Erdoğan hakkında kelam ettiklerinin yeniden gündeme taşınması oldu. Biden efendi, vakti zamanının, kendisine sorulan yatak sorularına verdiği bir yatak cevaptan dolayı, bugünlerde dövülüp duruyor. Biden’in pek de yenilir, yutulur olmayan bu ifadelerinin, kıvılcım ateşi daha tükenmeden, şimdi de geldik yarına…

Yani bu yazı yerine asıldığı gün olan 21 Ağustos’ta, Erdoğan iki gün önce verdiği müjdenin ayrıntılarını açıklayacak.

İki gündür spekülasyonlar aldı yürüdü. Anlaşılan, müjde konuşması yapıldığında, Türkiye’nin geleceğini ve kaderini değiştirecek büyük olduğu vazedilen en yeni müjdeyi dinleyeceğiz…

İlginç olan, kısacık zaman dilimine sığdırılan ve çapının maksimize edilmeye çalışıldığı bütün bu olaylar dizisi, neredeyse meltem rüzgârları gibi, ardında bir serinlik bırakmadan esip geçiyor.

Umalım ki yeni işiteceğimiz müjde, atılan taşla ürkütülen kurbağaya değsin.

Müjde hakkında bir bilenlerle, çok bilenler, bunun deniz yatağında erişilmiş hidrokarbon kaynakları olduğuna işaret ediyor. Yeri hususunda Karadeniz, Akdeniz ikilemi yaşanmakta ve Bloomberg’e göre buluntu mevkii Karadeniz; Euronews ise Kıbrıs-Türkiye arası Akdeniz yatağı olduğunu ileri sürüyor.

Buna karşın, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, açıklamanın saat 15.00 olacağını ifade edip, işe daha da heyecan katan yeni bir tweet atıyor ve ahaliye bu tür spekülasyonlara inanmayıp, reisin söyleyeceklerini beklemeyi öğütlüyor.

Doğrusu Altun’un dediği gibi sabır göstermek gerekir. Ne ki ben, bu müjdenin yarınki Cuma Hutbesi'nde verilmesini beklerdim. Orada bir hayal kırıklığım bulunmaktadır.

Her neyse diyelim ve önümüze bakıp bekleyelim.

Gelelim yazı başlığına… 

Her hafta, tuhaf bir başlığı içerik kılmamı alafrangalık saymayın!

Sinestezi, beyin çalışmalarıyla uğraşan bilimcilerin yakından bildiği, son derece giz dolu ve tuhaflığı kadar da ilginç duygu durumları yaratan bir olgudur. Kimileri hastalıktan saysa da esasen hastalık da değildir.

Örneğin, lezzetli bir iskender dönerin kokusu acaba ne renktir desem ve bu renk müzik notalarında hangi seslere denk gelir desem, bana ne derdiniz diye sormayacağım. Zira bana söyleyeceklerinizin hepsini duymak istemiyorum…

Tatları, kokuları ve sesleri, renk olarak algılama durumu olan sinestezi bir garip olaydır.

Çeşitli bilimsel kaynaklarda “sinestezi” şöyle açıklanıyor: Kelime, kökleri itibarıyla Yunanca syn (birlikte) ve aesthe-sis (algılamak) gibi iki kavramdan oluşur. Sinestezi, zihinsel olayların bilinci tetiklemesiyle ortaya çıkan, bilinçli bir duyusal, istemsiz deneyimdir. Diğer bir ifade ile “birleşmiş duyular” ya da “eşduyum” denilebilir ve duyuların birlikte algılanması ya da birbirine karışması durumu olarak tanımlanır. 

Adeta bir mucize tasvir ediliyor. Öyleyse çok az kula nasip olduğu da düşünülebilir. Oysa durum pek öyle de değildir. İnsanların yalnızca bir kısmı, günlük olağan durumda bu deneyimi yaşar. Yine bir bilimsel yayında ifade edildiği üzere her 23 bireyden sadece 1'inde bir tür sinestezi bulunur. Bu olasılık dehşet bir nüfus çokluğuna işaret eder. Ne ki, sinestetiklerin büyük çoğunluğu da deli muamelesi görmemek için, kendi hallerinde ve duygu durumlarından bahsetmeden yaşar gider…

Neden mi bu konuya işaret ettim.

İlki, işin bilimsel cephesinde başka ayrıntılarını merak edeni, kendi araştırıp, kendi öğrensin ve feyz sahibi olsun diye…

İkincisi ise, Türkiye’de şu sırada en çok konuşulan konuların başında gelen “vatan” sözcüğünün, sinestetik bir duygu durum algılaması olarak “mavi” rengiyle bütünleşerek, yeni bir kavramsallaşmaya dönüşmesini yeniden gözden geçirelim diye…

Vatanın mavi renklisi…

Üç bir yanımız denizlerle çevrili bir anavatanda yaşamamıza karşın, tarihsel olarak kara yaşamını sürdüren bir ahali olarak anılageliyoruz. Bu, biraz da o, tarihteki Asya içlerinden denizlere doğru, bin yıllarla süren, büyük göçümüz sırasında kazandığımız ve toplumsal genetiğimize işlenmiş bir özelliğimiz olsa gerek. Ya da Romalıların “Mare Nostrum-Bizim Deniz” diye adlandırdıkları Akdeniz’i, Muhteşem Süleyman çağında, Türk Gölü haline getirdiğimiz söylencesine karşın, batılı toplumların bizi karacı bir toplum olduğumuz inancına pekiştirme ideolojisinin bir parçası da sayılabilir.

Neyse ne! Ancak bu yüzyılın ilk çeyreğini bitirirken “vatan” tanımımız coğrafyanın bütün özelliklerini kapsamaya başlar görünüyor. Bir “kara toprak” vatan var. Etrafında onu çevreleyen denizler ile iç sular (akarsu ve göller) vatanı bulunuyor ve bu coğrafi yerlerle bütünleşmiş bir de gök kubbeye veya hava sahasına sahip bulunuyoruz. Yer, gök ve denizlerin sahipliliğinde olan bütün egemen devletler gibi, dünya üzerinde böylesi bir coğrafi konumlanmaya sahibiz.

Kara sınırları, coğrafi belirteçlerin aşikâr olmasından dolayı, daha kolay belirlenebiliyor. Hava sahası da üstündeki gök olarak yerli yerine oturabiliyor. Oysa iş denizlere gelince biraz çetrefilleşiyor. Yani kara kıtasının, deniz altında olan uzantısı ya da kıta sahanlığı nerede başlar, nerede biter, bu alanın içinde su altı hangi ekonomik kaynaklar kimin tasarrufundadır gibi hususlar, farklı bir hukukun sorunları olarak karşımıza çıkıyor.

Mavi vatan kavramı nasıl ortaya çıktı…

Lafı uzatmadan sahibine sözü bırakmak esastandır. Doktrin olarak mavi vatan kavramsallaşmasını Türkiye’nin gündemine taşıyan, şimdi emekli bir oramiral olan Cem Gürdeniz’dir.

Amiral, kimi çevrelerce Avrasyacı, ulusalcı diye nitelenir. Siyaseten nereye oturduğu önemli olmakla beraber konumuz bu değildir.

Cem Gürdeniz, “mavi vatan” kavramını kısaca şöyle açıklıyor:

“Mavi Vatan bir kavram, bir sembol ve aynı zamanda bir doktrindir.”

 “Bir kavram olarak, kapsamı, beyan edilmiş veya ilan edilmemiş tüm deniz yetki bölgeleri (iç sular, karasular, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge) ile nehirler ve göllerden oluşmaktadır. Mavi Vatan, tam anlamıyla 26-45 Doğu boylamları ile 36-42 Kuzey enlemleri arasında yer alan anavatanımızın denizde ve deniz tabanında bir uzantısıdır. Mavi Vatan, 25-45 Doğu boylamları ve 33-43 Kuzey enlemleri arasında bulunan tuzlu ve tatlı sular üzerindeki ilgi ve yargı alanımızın adıdır.”

Bir sembol olarak, Türkiye’nin denizciliğini 21. yüzyılda devlet ve halkı için büyük stratejik hedefi olarak belirler. Türkiye'de kara temelli zihniyetin denizlere yönlendirilmesini ve böylelikle insanlarının denizciliğini sağlamayı sembolize ediyor.”

Bir doktrin olarak, Anadolu'yu çevreleyen denizler ile çevresinin ötesindeki denizler ve okyanuslarda hak ve menfaatleri korumayı amaçlayan bir yol haritasıdır. Böylelikle denizcilik ilkeleri ve düşünceleri, kendine özgü özellikleri ile aydınlatıcı bir yol haritasına dönüştürülerek, jeopolitik etki ve savunma bölgeleri ekseninde geleceğimizi tanımlayacaktır. Bu kavram, Türkiye'nin Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Boğazlar üzerindeki jeopolitik kontrolünü güçlendirmek için tek kutupluluktan çok kutupluluğa, Atlantik çağından, Asya çağına geçiş döneminde küresel süreçte yeni fırsatlar sunabilir. Türkiye’nin küresel, kıtasal ve bölgesel ilişkiler dosyasında, değişim için eşi görülmemiş pencereler açabilir. Doğal olarak bu doktrin, Türkiye’nin deniz bölgelerine hâkim olması için uluslararası hukukla meşruiyetinin yanı sıra siyasi, diplomatik, askeri ve ekonomik boyutlarda olayları tetikleme kabiliyetlerini ve iradesini zorunlu kılmaktadır.”

Paşa böyle diyor. Politik arenada da bu denizcilik tezi, Türkiye’nin siyaseten deniz çıkarlarının şekillendiği yol haritası haline gelmiş bulunuyor.

Bu anlamda da şimdi deniz vatanından bahsedildiğinde, sinestezik olarak “mavi” rengi bellek ve bilinçlerde çağrışım yapıyor…

Bir spekülasyon da benden…

Diyelim ki, yarınki müjde, deniz hükümranlık alanlarımız içinde saydığımız bir denizaltı hidrokarbon alanıyla ilgili olsun…

Türkiye yakın zamanlarda hem Karadeniz’de ve hem de Akdeniz’de araştırmalar yürütüp duruyor. Hem de dünyanın sayılı araştırma ve sondaj filolarından birisine sahip olarak.

Bir kaynağa rastlamak olasılığı çok büyüktür. Ülkenin karada ve denizde dört bir yanı petrol ve diğer hidrokarbon kaynaklarıyla çevriliyken, bu kıtada olmaması pek akla uygun düşmemektedir.

Kaynak Karadeniz’de ise, Fatih gemisinin araştırma yaptığı denizalanı Romanya’nın ciddi doğal gaz çıkarttığı deniz alanlarına komşudur. Deniz altında uzanan havza, Türkiye karasularının içine de olasılıkla uzanmaktadır. Böyle bir alan bulunduysa, üzerinde tartışma olamayacak bir bölgede ekonomik olarak değerli bir havzaya rastlanmış olabilir. Sondaj yapılıp, hidrokarbon kimyasallarına erişim ve ekonomik olarak değerlendirilmesi bir 5-7 yıllık zaman içeriyor olsa da bölge ülkeleri bağlamında Türkiye şimdiden o kadar yıl öne geçmiş sayılır.

Kaynak Akdeniz’de ve Kuzey Kıbrıs ile Türkiye arasında ise, gürültü koparacak Güney Kıbrıs’a karşın, adanın kuzey kısmında siyaseten hak iddia edemedikleri ve Türkiye ile KKTC arasındaki ortak sondaj ve işletme anlaşmasına dayalı bir alanda, bir buluntuya rastlanmış olabilir. Bu anlamda da Türkiye kendi münhasır ekonomik bölgesi (MEB) olarak, Birleşmiş Milletler'e bildirdiği bir alanda hareket ediyor olacaktır.

Bölgede Güney Kıbrıs adına araştırma ve sondaj faaliyetleri yürüten ve fakat Türkiye’nin MEB bildirimlerinden sonra gemilerini çeken başlıca petrol şirketlerinin başında Amerikan Exon, İtalyan Eni ve Fransız Total şirketleri bulunmaktadır. Türkiye’nin bir buluntuya ulaşması, bundan böyle o şirketlerin ulusal aidiyetleri ve ulusal siyaset otoriteleri tarafından da protestolar, yaptırım uygulamalarından büyük ölçüde geri dönüşlere neden olabilir. Zira adı geçen şirketlerin iç baskıları gündeme gelebilir.

Emperyalist petrol devleri, Türkiye ile bölgede mücadele etmek yerine, anlaşarak ortak ekonomik yarar elde etmek isteyebilecektir. Kısacası Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemi daha da artabilecektir.

Şu anda Doğu Akdeniz’de süren siyasi kriz, kolayca bir savaşa dönüşemez. Zira savaşın bilançosu, taraf olacak olanların, kendilerine verebileceği düşünülen zararların çok ötesine sıçrama riskini barındırmaktadır. Bu riski kendi başına omuzlayıp götürebilecek bir dünya jandarması da şu sıralar ortada görülmemektedir.

Bugüne değin, Türkiye bir yandan gambot diplomasisini yürütürken, bir yandan da bölge ülkeleri arasında hakkaniyetli paylaşıma dayanan bir müzakere süreci öne sürmüştür. Buna şimdiye değin itibar etmeyen Yunanistan, bugün itibarıyla kendi Başbakanının ağzından, iki medeni komşu arasında medeni görüşme isteğinin dillendirildiği bir yeni çağrı noktasına gelmiştir.

Türkiye’nin, toprakları üzerinde barındırdığı petrol ve doğal gaz boru hatları, bölgedeki başka bir ülkenin sahip olmadığı bir gelişkinlik düzeyindedir. Bu türden taşıma hatlarının farklı coğrafi tariklerle inşa edilmesi ve çıkarılacak petrol ürünlerinin taşınması, fizibilite olarak çok yüksek maliyetlere de denk düşmektedir. Yani Türkiye taşımacılık alanında önemli bir stratejik üstünlüğe sahip durumdadır.

Bir son nokta olarak, Türkiye’nin en büyük cari açık verdiği kaynak, petrol ürün ithalatı ile ilgilidir. Türkiye öz kaynakları ile ihtiyacı olan hidrokarbon enerji kaynaklarının yüzde onu kadar petrol ve yüzde biri kadar doğalgaz çıkarabilmektedir. Sonuç maliyet olarak da elli, altmış milyar dolarlık bir ithalat cenderesinin içinde boğuşulmaktadır. Bu ihtiyaçların tümünü olmasa bile, ilave yüzdelerini öz kaynağa çevirebilen bir ekonomi haline gelinmesi, bölgede Türkiye’nin çok daha ciddiye alınacağı bir konuma terfisi anlamına da gelecektir.

Tabii bu spekülasyon, yarın şapkadan hangi tavşanın çıkacağı ile son derece ilintilidir. Bekleyeceğiz ve göreceğiz.

Son söz şu olsun: Türkiye içte huzurlu ve emeğe, emekçisine değer veren bir ülke konumuna yükselebilsin. Dışarıda da bölgesindeki komşularıyla, hakkaniyetli, iyi geçinen ve karşılıklı dayanışmayı tesis edebilen bir ilişkiler manzumesi de kurabilsin.

Ne ki emperyalizm, halkları birbirine kırdıran ve bu anlamda da ulus devletlerin birbirinin boğazına çöktüğü bir tasallutlar siyasetinden vazgeçmeden, ayakta kalmaya direnmektedir.

Bir gün halkların bu zorbalık çağını alt etmesini dileyelim. O zafer günü gelmeden önce de barış çağrıları her türlü şoven duyguyu törpülüyor olsun.

nuriabaci@gmail.com