'Liberal sosyalist' ya da imkânsız karışımlar

Liberaller siyasette kendileri olarak kalsalar siyasal İslamcılar, muhafazakâr ve devrimci olduklarını iddia etmekten vazgeçseler, kendilerine ilişkin gerçekleri söylemekten kaçınmasalar daha iyi olmaz mı?

İnsanların farklı disiplinlerin ideolojilerin kimi yönlerini beğenmeleri kendilerine göre karma sistemler yaratmaları hayal etmeleri mümkündür ama sorun bunların gerçekliği sorunudur. Bu karışımlar, karma hayaller çok şairane de olabilir ama yine de gerçeklikle bağdaşamazlar.

Bu olmazlık aslında şimdi var olduğunu düşündüğümüz tanım olarak neredeyse mükemmel sayılan ya da eksikli olabilir ama şimdilik en iyisi bu diye kutsanan kimi sistemler açısından da böyledir. Demokrasi böyle bir imkansızlığı anlatır. Liberal sosyalist de kendi içinde imkansızı yapılabilir sayan bu tür bir hayalin adıdır. Bu türden hayalleri çok sayıda taraftara ulaşmak isteyen siyasal partilerin zaman zaman gerçek kılığında sundukları olabiliyor. Ama gerçekte gerçek eğilimin kendini gizleme yöntemi olarak da rastlanabiliyor bu türden oksimoron adlandırmalara.

***

Bu konuyu biraz daha yakından irdeleyebilmek için 1980 sonrası liberal eğilimlerle sosyal demokrasi arasındaki çizginin giderek belirsizleşmesinden yola çıkılabilir. Alman sosyal demokrasisi üzerinden deneyelim. Sosyal demokrasinin Marksizm’den ayrılması bilindiği gibi İkinci Dünya savaşı öncesi başlamış savaş sonrası yeniden örgütlenme döneminde keskinleşmiş ve kesinleşmiş, yollar ayrılmıştı. Savaş sonrası ikiye bölünen Almanya’nın doğusu sosyalizm yolunu tutar iktidar partisi Sosyalist Birlik Partisi SED ile yoluna devam ederken Batı’da sosyalizm adeta yasaklanmış, komünistlere meslek yasağı uygulamaya başlanmış ve bu ortamda Sosyal Demokrat Parti her ne kadar kongrelerini Enternasyonalle açsa kapatsa da sağa doğru “ilerlemeyi” ara vermeden sürdürmüş zaman zaman iktidar partisi olmayı da başarmıştı.

Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin Gerhard Schröder ile başlayan döneminin liberal eğilimin partiye egemen olduğu dönem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Parti neoliberal politikaların takipçisi oldu. Bu değişimin hazırlıkları partinin efsane lideri Willy Brand’ın başkanlıktan ayrılması ile başlamıştı aslında. Sol kanadın tümüyle devre dışı bırakılması, Oscar Lafontaine’in parti liderliğini, bir tür sosyal demokrasiye dönüş manifestosu olsun diye yazdığı “Yürek solda atar” adlı kitabıyla ilan ederek bırakmasıyla tamamlanmış oldu. Lafontaine, Demokratik Almanya’nın yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesinden daha doğrusu Doğunun Batıya katılmasından sonra Doğu’nun Sosyalist Birlik Partisi-SED’nin devamı olarak kurulan Demokratik Sosyalizm Partisi-PDS ile siyasete devam etti. Bu parti de bir süre sonra Sol-Die linke olarak içinde hala Sara Wagenknecht gibi komünistleri barındırsa da “Alman Demokrasisine” uyum sağlamayı başardı!

Özetle bugün artık Almanya’da sol, Ortodoks politikaları savunan Alman Komünist Partisi DKP’yi saymazsanız, tümüyle liberal politikaların egemenliğindedir. Alman Sosyal Demokrat Partisi sosyal demokrat değil, liberal bir partidir ama eski adını koruyan, böylece kitlelerdeki reformcu eğilimin desteğini yitirmek istemeyen bir parti örneği olarak politik yaşamını sürdürmektedir.

***

Ama bu tuhaflık liberalizmin kendisinde var aslında. Bir düzen partisi, teorik politik bir düşünce olarak liberalizm sürekli olarak kendisini kapitalizmin günahlarından sorumlu olmadığı propagandası ile tanıtmaya çalışmakta, olabildiğince ekonomik liberalizmle siyasi liberalizmin farklı şeyler olduğunu anlatmaya çabalamaktadır. İmkansızı mümkün kılmak öyle zor ve görünen görünmeyen gerçeklerle uyuşmayan bir durumdur ki, çabalar gülünç olmaktan öteye gidemez.

İddia özetle şöyledir: “Batıdaki endüstriyel gelişme serbest rekabet, laissez faire ve Manschester Okulu’nun kuramsal himayesinde ortaya çıkmıştır. Demek ki, talihsizlik yeniliğin siyasal liberalizm değil, ekonomik liberalizm olduğu bir dönemde adının konmuş olmasına rastlamış olmasıdır. Fakat sorumluluk ve suçlama bölünmez bir bütün olarak liberalizme atfedilmişti. Bu şanssız ve tesadüfen ortaya çıkan rastlantının sonucunda liberalizm (farklılaştıralmayan etiket) siyasal bir çağrışım yapmaktan çok ekonomik bir çağrışım yapar olmuştur. Sonunda kapitalist olarak adlandırılarak çalışan sınıfların süregelen düşmanlığını kazanmıştır.” (Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Giovanni Sartori, Türk Demokrasi Vakfı yayını, s.404-405)

Mülkiyet ilişkilerine bir itiraz yok, siyasi sistemin sürüp gitmesine kapitalist sisteme serbest piyasa ekonomisine ve devlete bir itiraz söz konusu değil ama bu siyasal yapı içinde bu yapıya itiraz etmeden kazanılması mümkün olmayan özgürlükleri savunmak sizi ekonomik liberalizmden ayırmaya farklı kılmaya yetiyor öyle mi? Böyle yapınca sizler “sosyalist liberaller” olabileceksiniz öyle mi? Oksimoronluk da bir yere kadar.

***

Liberaller sosyalizmin çekiciliğinden hep etkilendiler. Kendi teorileri ile sosyalizmi bağdaştırma çabasını hiç elden bırakmadılar. Ama bu kurgu hiçbir zaman gerçeği yansıtmadı. Çünkü liberal teori halkın kendini ortaya koyabileceği alanlarla, hiç ilişmemesi gereken alanları birbirinden ayıran bir kurgudur. Bunun temelinde de liberalizmin itiraz etmeye hiç niyetlenmediği, yeltenmediği mülkiyet ilişkileri yatar. Yurttaşlar ekonomi ile ilgili kararlardan uzak durmak zorundadırlar. Soyut bir özgürlükçülükle yetinmeli kişisel özgürlükleri, hakları, evrensel hukuk ilkelerini, neyin engellediğini irdelemeden savunmaktan öteye geçmemelidirler.

Bazı ülkelerde liberallerin sosyalizmle daha sıkı fıkı olmak istedikleri de bir gerçektir. Bu bir yandan entelektüel dünyada Marksizm’le hesaplaşmanın imkansızlığı nedeniyle, diğer yandan düzene muhalefet etmeden muhalif görünmenin biricik yolu olması nedeniyledir. Aslında bu durum kapitalizme itiraz etmeden kapitalizmle mücadele etmenin imkansızlığının da itirafıdır. Siyasal sistemde özgürlükçü ekonomik sistemde mülkiyetçi serbest piyasacı hem özgürlükçü hem sıkı yönetimci olunamıyor işte. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Fransa’dan örnek verilim; Jules Dufaure. Marx Dufaure’i “bir Orleanscı ve sözcüğün parlamenter anlamıyla bir ‘liberal’dir” diye anlatır. 1846’da Fransız Temsilciler meclisinde ortaya çıkan ve kendilerine “ilerici muhafazakârlar’ adını veren (tanıdık geliyor mu bu oksimoron sıfatlama) Union Liberale’in-liberal birliğin üyesiydi. “Liberalliğin” tüm özelliklerine sahipti. Örneğin Louis Bonaparte’ı sert bir şekilde eleştiriyor ama sonra onun bakanlar kurulunda yer alabiliyordu. Özgürlükçüydü ama bu onun sıkıyönetim bakanı olmasını ya da basına karşı sert önlemleri savunmasını engellemiyordu. Fransız tarihinin her koşulda yaşamayı beceren her kılığa girebilen kralcı, liberal, sosyalist olabilen, Lyon kasabı diye de bilinen politikacısı Fouche gibiydi. Liberallere motto olabilecek bir cümleyle anar Marx Dufaure’i: “1848 Şubat devrimi sonrasında olduğu gibi şimdi de, celladın Don Carlos’a söylediği şeyi söylüyor: ‘seni öldüreceğim ama senin iyiliğin için.’”

***

Ama sosyalizmin şimdi sık sık artık kalmadığı iddia edilen prestiji tükenmemiş olmalı ki, tıpkı Hitler’in partisine “Nasyonal sosyalist” adını takması gibi liberaller de liberal sosyalist olarak anılmayı seviyorlar. Dahası son zamanlarda kendilerini yeniden “muhafazakâr” olarak tanımlamayı uygun bulanlar da “devrimci” olduklarını iddia etmeye başlamadılar mı? Ama işin tuhafı, ne muhafazakâr ne de devrimci olmaları mümkündür. Liberaller siyasette kendileri olarak kalsalar siyasal İslamcılar, muhafazakâr ve devrimci olduklarını iddia etmekten vazgeçseler, kendilerine ilişkin gerçekleri söylemekten kaçınmasalar daha iyi olmaz mı?

Ama tarih böyle bir şey, okurken de yazarken de dikkat istiyor, söylenenin değil gerçeğin peşine düşmek gerekiyor. Yoksa üzerimize gelen, bizi silmek, sonra da “ama sizin iyiliğiniz için yaptık” diyenler kazanacak davayı…