Öfke önemlidir. ‘Öfkeyle kalkan zararla oturur’ diye veciz bir lafımız var, ancak siyaset biraz da öfkenin yönlendirilmesi sanatıdır.
AKP’ye karşı, Erdoğan’a karşı büyük bir öfke birikti, görüyoruz.
İyi midir? Nedenlerine göre değişir. Ve bugünkü durumda kötü değildir…
Erdoğan’a ve AKP’ye karşı öfkenin birkaç nedenini sayabiliyoruz:
- Dinci gericiliğin, cehaletin ve faşizmin iktidarı, laikliğe ve özgürlüğe karşı ağır bir saldırıda bulunmuştur. Öfkeye neden olmuştur. Bu öfke, kimi zaman yaşam tarzını, kimi zaman laikliği, kimi zaman da özgürlüğünü koruma çabasında kendini ortaya koymuştur.
- Bu iktidar, üretmeme, tüketme, satıp savma, miras yeme anlayışının iktidarıdır. Öfkeye neden olmuştur. Bu öfke, işsizleşmeye, taşeronlaşmaya, özelleştirmeye, AVM’ye, talana isyanla kendini ortaya koymuştur.
- AKP ve Erdoğan iktidarı cumhuriyetin yadsınmasıdır. Öfkeye neden olmuştur.
- AKP ve Erdoğan, Erbakancı köklerini inkar etmişlerin ABD ve İsrail eliyle parlatılmasıdır. AKP’ye illa bir kök arayacaksanız, okyanus ötesine bakmanız gerekir. Emperyalizmin, kendi ajandası da olan bir bölge aktörü olma sevdasına karşı, bu halk öfke duymaktadır.
Bu gerekçeler devrimci müdahale için, öfkeyi yönlendirmek için aranıp da bulunamayacak gerekçelerdir.
Daha önce de yazdık. Bu öfke, nedenleri itibariyle devrimcidir. Sonucunun ne olacağını tarih gösterecek.
Yazının başlığını gören okur, “Kürt sorunu bunun neresinde?” diye soracaktır.
Kürt sorunundan devrimci bir enerji çıkarmak da ancak yukarıdaki dinamikler dikkate alınarak mümkün olabilir.
Biraz açalım:
AKP ve Erdoğan iktidarına karşı öfke, olanaklar sunmaktadır.
Öyleyse, Türkiye’nin Kürt sorunu da dahil herhangi bir siyasi başlığı, yukarıdaki dinamikleri önemsizleştirilecek bir bakışla değerlendirilemez. Yani, “bunlar önemli ama Kürt sorunu söz konusu olduğunda bu çerçeveyi bozabiliriz” şeklinde bir yaklaşım geçersizdir. Zira yukarıdaki çerçeve Türk’le Kürt’ü mücadelede ortaklaştıracak bir çerçevedir.
Örneğin laiklik, örneğin emperyalist denklemlerden çıkma arzusu, Kürtler söz konusu olduğunda ihmal edilebilir şeyler değildir. Aksine, yakın Türkiye tarihine bakarsak, mücadelede ortaklaşma, kitleselleşme ancak bunlar sayesinde mümkün olmuştur. Diğer yandan, “özgürlük” meselesi söz konusu olduğunda, Kürt hareketinden ya da herhangi bir ideolojik akımdan ürküp geri çekilmek de zararlıdır. Amasız-fakatsız laiklik, amasız-fakatsız yurtseverlik ve amasız-fakatsız özgürlük…
Üç kırmızı çizgiden birincisi budur.
İkincisi, Türkiye perspektifidir.
Hâlâ böyle düşünen var mı bilmiyorum ancak, herhangi bir devrim stratejisi, Türkiye’nin bölünmesi üzerine inşa edilemez.
Bu coğrafyada, Türk’ün Kürt’e, Kürt’ün Türk’e ihtiyacı vardır.
Bu, şu anlama gelir:
Kürt’le Türk’ün birlikte yaşayacağı bir ülke yaratmak için inisiyatif almak gerekir. Bunun önündeki engeller, yukarıdaki dinamikler de gözetilerek değerlendirilmeli ve siyaset üretilmelidir. Siyasetin doğal sonucu ve isteği olan taraflaşmanın Türk’le Kürt’ü ayıran bir taraflaşma olmamasını sağlamak gerekir.
Türkiye perspektifi, Türkiye’nin bütününe ilişkin bir tasavvura sahip olmak demektir. Kaynakların kullanımının ve üretimin planlanması da bu tasavvurun parçalarıdır. İdari model vs. tartışmaları bu yaklaşımdan bağımsız düşünülemez.
Üçüncü kırmızı çizgi ise, toplumsal alanda siyaset yapacak sosyalist odağın büyütülmesidir.
Türkiye’de Kürt sorununun ulaşacağı noktanın tayin edilmesinde objektif olarak en avantajlı özne sosyalistlerdir. Dahası, sorunun sağlıklı tartışılması ve devrimin dinamiği haline getirilmesi sosyalistlerin toplumsal güce erişmesiyle mümkündür.
Bunlar kırmızı çizgilerdir, gerisi siyasetin konusudur.