Örgütsel şablonları yıkmak – III

Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz.

Türkiye’nin siyasi kültüründe ilginç bir alışkanlık var. Tüzükler programlardan daha fazla ilgi çekiyor. Bir partiye üye olanlar veya olmak isteyenler önce tüzüğü okuyor. Örgütsel yaşantıda tüzük daha fazla başvurulan bir kaynak oluyor. Bunun anlaşılabilir yanları var. Tüzüğün parti/örgüt içi yaşantının kurallarını belirleyen bir belge olması onu daha popüler kılıyor olmalı. Muhtemelen insanlar karşılaştıkları zorluklar karşısında çareyi tüzüğe bakmakta buluyor. Veya önceki deneyimlerinden hareketle, bir partiye üye olurken sorun yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve kendilerine güvence olarak tüzüğü benimsiyorlar.

Anlaşılır olsa da, siyasi hedefleri ortaya koyan program metninin tüzüğe göre daha az ilgi çekiyor olması ortada yapısal bir sorun olduğunu gösteriyor. Sorunun bir yanını muhtemelen kişilerin siyasi mücadeleyle ilişkilerinin daha çok bireysellikleri, kendilerinin konumu ve durumunun ne olacağı, siyasete değil ekiplere veya kişilere bağlanmış olmaları gibi faktörler oluşturuyor. Ama bu yurttaşların kendi başlarına öğrendikleri veya doğuştan getirdikleri bir eğilim olmasa gerek. Yani yine muhtemelen, siyasi partilerin iç yaşantıları da politik önceliklerden ziyade bireysellikler, ekipleşmeler, kişisel hırslar üzerinden belirleniyor. Öte yandan, partilerdeki kurumsallaşma sıkıntıları, ortaya çıkan sorunlar karşısında gösterilen refleksler, insanlar için tüzükleri sığınılacak bir liman haline getiriyor.

Benzer bir ilginçliği, sosyalist hareketin siyaset ile örgüt arasında kurduğu hiyerarşide de gözlemlemek mümkün. Sosyalist-komünist parti veya hareketlerde, örgütsel tutum ve modeller bir tür “devrimcilik” kıstası olarak ele alınabiliyor. Pek çokları için programınızın ya da politik hedeflerinizin ne kadar radikal veya devrimci olduğundan ziyade örgütünüzün durumu veya örgüte bakışınız belirleyici. Sosyalist harekette tüzük özel olarak çok önemsenen bir belge olmasa da, örgütsel olduğu iddia edilen kimi ilkelere, geçmişte oluşturulmuş kimi şablonlara bakılıyor. Partinin karakteri, esas olarak bu ilke ve şablonlara ne kadar uygun olup olmadığı üzerinden değerlendiriliyor. Bu durumun yalnız Türkiye’de değil dünyada da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. İllegal örgütlenme şablonları, Komintern’in koyduğu kurallar, Mao’ya ya da Lenin’e atfedilen kimi model ve ilkeler vb. pek çok konu neredeyse ideolojik/politik alanı ikame edecek bir yoğunlukta ve önemde tartışılıyor.

Daha önce de bahsettiğim gibi, bu ilginçlikleri anlamak ama onlara teslim olmamak gerek. Türkiye’nin siyasi kültüründeki gariplikler de, dünya sosyalist hareketinin olaylara yaklaşım biçimi de anlaşılır kimi yönler barındırıyor. Elbette örgütsel yaklaşım, ilkeler, örgütsel tutumlar partilerin gelişimlerinde veya geri düşüşlerinde pay sahibi olmuş. Ancak temel iki sorun olduğunu görmemiz gerekiyor.

Birincisi, bir siyasi partide esas olan siyasettir. Doğru bir siyasi analiz ve eyleme yaslanmayan hiçbir parti veya hareket, örgütsel “sağlamlık” ya da “doğruluk” sayesinde bir yerden bir yere gelemez. Örgüt, politik doğrultunun gerektirdiği öncelikler baz alınarak şekillendirilir.

İkincisi, her konuda olduğu gibi örgütte de neyin genel geçer veya evrensel, neyin dönemsel tercih olduğunu doğru tespit etmelisiniz. Zaten bu yapılamadığında, adına şablonculuk diyebileceğimiz bir sorunla yüz yüze kalırsınız. Siyasi mücaedelede örgüt, şablonlaştırılmalara en açık mefhumlardan biri olduğu için en ciddi sorunlar da burada yaşanıyor.

***

Siyaset neden belirleyicidir?

İktidarı hedefleyen bir parti açısından elementer olan, ülkenin ve dünyanın somut durumunu tahlil edebilmektir. Üretim ilişkilerinin gelişim düzeyi, üstyapıdaki ana eğilimler, kapitalist-emperyalist sistemin ideolojik-politik yönelimleri, ülkenin özgün koşulları, emekçilerin örgütlenme ve siyasallaşma düzeyi, kriz dinamikleri gibi pek çok başlık çoğu zaman statik bir görünüm çizmez. Dönemler değişir, coğrafyalar farklıdır vb. Bu farklılıklar siyasi önceliklerinizi de etkiler. Örgütün nasıl şekilleneceğine de işte bu siyasi öncelikler temel alınarak karar verilebilir. Açık alanda siyasi mücadele yürütülebiliyor mu, yürütülemiyor mu? Örgüt genişlemeli mi, daralmalı mı? Örgüt içindeki dikey ve yatay mesafe uzun mu yoksa kısa mı olmalı? Emekçilerin ve genel olarak halkın örgütlenme durumu, eğilimleri ne aşamada? Hangi toplumsal dinamikler, hangi modellerle örgütlenmeye açık? Partinin edindiği mevziler ne durumda, hangi yeni mevzilere doğru ilerlenebilir? Bu sorulara yanıt verilmeden kurulacak örgütler, benimsenecek örgütsel yaklaşımlar muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

Bu, örgütsel şekillenişte hiçbir ilkeye sahip olunmayacağı anlamına gelmiyor. Çok kabaca özetlemeyi deneyeceğim.

Mevcut siyasi-toplumsal koşullar büyüme veya daralma tercihlerinden hangisini gerektirirse gerektirsin, genel geçer ilkelerden biri, bünyeye dahil olan kişilerden en fazla katkıyı almak olmalıdır örneğin. En fazla insandan en fazla katkıyı almak üzere, herkesin kendi birikimleriyle hareketi geliştirebileceği ve en verimli şekilde faaliyet yürütebileceği yol ve yöntemler üzerine düşünmek gerekir.

Bir sosyalist parti için örgütsel yapı taşlarından bir diğeri “güven ilkesi” olarak adlandırabileceğimiz ilke olmalı. Belli bir hedefe ulaşmak amacıyla, bir akit çerçevesinde insanların bir araya geldiği organizasyonların (ister bir örgüt, ister bir dernek, ister devlet, isterse bir parti olsun) tamamında adı konmuş olsun veya olmasın “güven” mefhumuna ilişkin bir ön kabulle hareket edilir. Organizasyonun kendisine ve içindeki insanlara yaklaşımda güven mi yoksa güvensizliğin mi esas alınacağı sorusu çok temel sorunsallardan biridir. Kimi organizasyonlar için “güvensizlik ilkesi” makbuldür. O tür yapılar güvensizlik üzerine bina edildiğinde, riskler azalmış, tedbirler artırılmış olur ve sözleşmeler veya akitler ona göre yapılır.

Oysa, bu tür bir anlayış, devrimci-sosyalist bir parti için uygun olmayacaktır. Herhangi bir tartışma ve sorgulama sürecinde örgüt içindeki davranışa güven duyularak yola çıkılır. Bu tür bir varsayım, “ne yapılırsa doğrudur ve güvenmek gerekir” anlamına gelmez. Güvenden yola çıkılır ve böylece tartışma ve sorgulama aşamasına daha rahat geçilebilir. Meslek alanından bir örnek, kastımı daha iyi anlatacak: Örneğin ticaretteki ilişkiler kesinlikle güvensizlik üzerine bina edilmelidir; ancak diyelim ki hekimlik, güvensizlik üzerine bina edilemez. Bunun sembolik dışavurumu Hipokrat Yemini’dir. Böylece çok riskli durumlarda alınacak inisiyatif ve verilecek kararlar sembolik bir yeminin altyapısını oluşturduğu güven ilkesi dayanak yapılarak hayata geçer.

Tarihimiz hataların, yanlışların, yer yer ihanetlerin tarihi olsa dahi, ancak yola çıkış noktası güven olan bir örgüt devrimci bir mücadelede ayakta kalmayı başarabilir. Karşılaşılan örgütsel-siyasi zorluklar ancak bu güven ilkesi benimsendiğinde aşılabilir. Eleştiri süreçlerine, örgütsel dönüşümlere, seçim gibi mekanizmalara, tehlikeli eylem ve etkinliklere bu ilkeye dayanılarak girişilebilir. Bu ilkenin istismara açık olabileceğinin farkındayım. O nedenle etkin bir denetim şarttır.

Bir sosyalist hareket/parti için genelleştirilebilecek bir başka örgütsel ilke, gerek toplumsal bakımdan gerekse örgüt içi ilişkilerde emekçilerin ve emektarların çıkarlarının öne çıkarılmasıdır. Emekçi sınıfların çıkarlarını savunmak zaten sosyalist dünya görüşünün birinci ilkesi sayılmalı. Örgütlü yaşamın emekçileri gözetecek şekilde düzenlenmesi işin bir diğer boyutu. Diğer yandan, her türlü yönetsel ve temsili mekanizmada emekçilerin söz sahibi olabilmesi, örgütsel rutin ve kararlarda emekçi karakterin ön plana çıkması ve nihayet örgüte en fazla emek verenlerin veya vermeye aday olanların öne çıkarılmaya çalışılması örgütün emekçi ve de patron sınıfından bağımsız karakterini pekiştirecek unsurlar olarak görülebilir.

Sosyalistler açısından savaş vb. olağanüstü koşullar dışında sağlanması gereken bir diğer ilkenin demokratik merkeziyetçilik olduğu söylenebilir. Kurulların seçimle başa geldiği, karar süreçlerinde tartışmaların sonuca odaklı ve programatik sınırlar içerisinde olmak kaydıyla tanımlı kurullarda özgürce yapılabildiği, bu tartışmalar sonucunda alınan kararların kurullar ve altlarına dönük olarak bağlayıcı hale geldiği bir mekanizma örgütsel yaşantının sağlıklı işlemesini de beraberinde getirebilir.

***

Yukarıdaki görece genelleştirilebilecek ilkeler dışında neredeyse tüm konular ister uzun ister kısa vadeli olsun, dönemseldir. Bu tespit, aşağıda ayrıntılarına girmeye çalışacağım yönelimleri değersizleştirmez ancak başka koşullar oluştuğunda gözden geçirilmeleri gerektiğine ilişkin ihtiyat payını eklememizi sağlar.

Yazı dizisinin, genel olarak sosyalist hareketin ve özel olarak da Türkiye İşçi Partisi’nin güncel olanak ve sorunlarına odaklanacağını ilk yazıda belirtmiştim. Bu yazıda öne sürülen fikir ve tezlerin de yine aynı bağlam içinde dikkate alınmasını arzu ederim. Mesele, bugün hangi partide/örgütte olursa olsun sosyalist hareketi bugünden yarına hep beraber taşıyacak insanlarla sağlıklı şekilde ideoloji, siyaset, strateji ve örgüt tartışması yapabilmek ve ilerlemek. Örgütsel ilerleme de bu işin önemli bir ayağını oluşturuyor.

Kitlesel ölçekte siyaset yapma iddiasındaki sosyalistler, örgütsel yapılanmayı düşünürken geçmişin hangi dönemlerini, hangi örneklerini, hangi deneyimlerini kendilerine örnek alacak? Bizi şabloncu olmaktan kurtaracak şeyin, her deneyimi kutsallaştırmamak, olayları ve tutumları dönemsel ihtiyaçların ürünü olarak değerlendirmek olduğuna değinmiştim. Artık geçmişe nasıl bakılabileceğine dair kimi ayrıntılara girmeye başlayabiliriz.

İlk önermemiz şu olsun: Sosyalist-devrimci partilerin örgütsel yapılanmalarını araştırırken öncelikle bakmamız gereken tarihsel kesitler, devrim sonrası değil devrim öncesi dönemlerdir.

Örgütlerin, politik ihtiyaç ve koşullara göre şekilleneceğini söylemiştik. Buna göre, devrimi arayan bir parti ile devrimi korumaya çalışan bir partinin politik ihtiyaçları ve devrim öncesindeki bir ülke ile devrim sonrasındaki bir ülkenin koşulları kategorik olarak birbirlerinden farklıdır. Devrim öncesinin partisi için devrimci ton, devrim sonrasının partisi için ise devrimi koruma güdüsü bakımından muhafazakar ton, doğal olarak daha baskındır. Devrim olana kadarki dönemin toplumsal-sınıfsal örgütlenmeleri, bu örgütlenmeler ile sosyalist partiler arasındaki ilişki, siyasal-toplumsal alana iktidarın müdahaleleri ile devrim sonrası dönemin bu tür yapılanmaları arasında niteliksel bir ayrım bulunur. Öyleyse, devrim sonrasında (örneğin Ekim Devrimi sonrasında) oluşturulan ve maalesef şablonlaştırılan örgüt modelleri bugünün partileri için ana referans olamaz. Devrim sonrası dönemde doğal olarak iktidardaki partinin ihtiyaçları belirleyicidir. Hatta iktidardaki parti doğal olarak dünyadaki sosyalist-komünist partiler ile arasında hiyerarşik bir üstünlük koyma arayışına da girer. Bu niyetlerden bağımsız, doğru-yanlış değerlendirmelerinden azade biçimde, objektif olarak böyledir, belki de böyle olmalıdır. Devrime doğru yol alan bir partinin ise arayışçılığı, kendi içindeki politik canlılığı, toplumsal örgütlenmeler ile kurmaya çalıştığı ilişki, kadrolarına yüklediği denetçilik değil öncülük misyonu, büyüme arzusu onu niteliksel olarak başkalaştırır. Başka yazı ve çalışmalarda derinleştirmek üzere, özetle, Ekim Devrimi’nin öncü partisini, Lenin’in sosyalizm mücadelesine öncülük bağlamındaki katkısını ve özel olarak da Leninizmi, daha çok devrim öncesindeki müdahalesi üzerinden kavramaya çalışmak daha faydalı olacaktır.

Hazır Lenin’den ve onun katkısından bahsetmişken, sonunda bu katkının güncel anlamına bağlamak zorunda olduğumuz bir örgütsel konuya daha değinelim.

“Örgütlenme” dediğimiz olgu, bir kapsama-dışlama gerilimini içinde barındırır. Örgütlenme, özünde bir tercihtir. Kimlerle birlikte hareket etmek istediğiniz, birlikte hareket etmek istediklerinizi hangi yönde dönüştürmek istediğiniz ve onlarla hangi yönde dönüşmek istediğiniz, kimleri (belki şimdilik) bünyeye dahil etmek istemediğiniz bir karar konusudur. Örneğin Türkiye İşçi Partisi, programını benimseyen, dürüst ve samimi bir şekilde politik bir çalışmanın (çok etkin ya da değil) parçası olmak isteyen herkesi kapsamaya çalışıyor. Daha keskin bir ayrım, emekçiler arasında daha belirgin duvarlar inşa etme gayretinde değil.

Ancak, konuya biraz daha yukarıdan bakmak gerekiyor. Bugün toplumsal ve sınıfsal örgütlenmenin düşük düzeyde olduğu, emekçilerin siyasette etkin bir unsur olarak görülmediği, çalıştıkları iş yeri veya sektörde, yaşadıkları mahallede gündelik hak ve çıkarları için örgütlü bir mücadele içerisinde olmadıkları koşullardayız. Geçmişte, dünyada örneğin 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın başlarında, 1960’larda vb. emekçi ve halk örgütlülüğünün daha yüksek seviyelerde olduğu dönemler yaşandı. Sosyalist hareket bu genel örgütlenme düzeyine göre kendisine partiler inşa etti. Her dönem kendine uygun öncü insan tiplemesini, kadrosunu, mücadele insanını ve onlar üzerine bina edilen partileri yarattı.

Günümüz şartları altında ise sosyalist hareketin, üzerine bir gelecek planı yapabileceği insan tipolojisinin, yaşadığı veya çalıştığı alanda ortaya çıkan eşitsizlik ve adaletsizliklere tepki gösterme, karşı çıkma eğilimleri gösteren, bunu bir toplumsal bir mücadeleye evriltmeye meyilli kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Sendikalarda, derneklerde veya çeşitli ağlar altında örgütlenmenin düşük seviyede olduğu göz önüne alındığında bu mücadelenin, illa partiyle, partili kimlikle veya partinin bir organı aracılığıyla olması gerekmez. Partililik bir meşruiyet yaratabilir ama yaratmayabilir de… Öyleyse aslolan, genel örgütlenme düzeyinin artırılmasıdır.

Tam bu noktada Lenin’e dönmek istiyorum. Lenin’in örgüt-öncülük meselesindeki özgün katkısı, sınıfın ve genel olarak toplumsal dinamiklerin örgütlenme ve mücadele düzeyinin bir aşamasına denk gelmiştir. Dönemin işçi sınıfı, Avrupa genelinde ve Rusya’da 1800’lerin ortalarından itibaren artık politik bir sınıf haline gelmiş, gerek iş yeri ve fabrika bazında öz-örgütlülüklerini geliştirmiş, gerekse kitlesel partilerini oluşturabilmiş haldedir. Bu genel gelişkinlik düzeyi artık emekçiler arasında politik bilinci gelişkin olanları ayrıştırıp partileştirme, onlardan bir örgüt inşa etmeyi gerektirmiştir. Lenin bu noktada, emekçilerin düzen içileşme eğilimleriyle baş edebilmek için sınıfın “eşitsiz gelişen” unsurlarının öncülüğüne başvurmuştur. Dediğim gibi, bu, toplumsal örgütlenmenin bir aşamasını da tarif eder. Mücadele ve örgütlülük içerisindeki işçi sınıfı gerekli baz eğitimini almış ama içlerinden bir bölümü de eşitsiz gelişebilecek bir potansiyel oluşturmuştur.

“Eşitsiz gelişim” ile birlikte bir kavram daha burada devreye girer: “Dışarıdan bilinç.” Lenin’de dışarıdan bilinç, emekçilere dışarıdan birilerinin gelip akıl öğretmesi anlamına gelmez. Aksine içeriden bir müdahaledir.

Emekçilerin iş yerinde deneyimledikleri çelişki ve mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla ilişkilendirilmediğinde apolitik bir zemine çekilme riski taşır. İş yeri içerisinde deneyimlenen çelişkiler, oluşan karşıtlıklar ve bu alanda verilen mücadeleler kendi başına, kendiliğinden bir politik bilinç yaratmaya yetmeyebilir. O mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırılamayabilir. Demek ki dışarıdan bilinç, toplumsal alanda, emek alanındaki mücadelelere yapılan “politik” girdiyi anlatır. Yani yine emekçiler içerisinden ama nitelik olarak emek alanıyla sınırlı olmayan, bu anlamıyla “dışarıdan” politik müdahale. Bu manada dışarıdan bilinç, mücadelenin dışındaki değil içindeki özneler arasında eşitsiz gelişenlerin, meseleyi örgütlü biçimde politikleştirmesine verilen addır.

Ancak burada çeşitli komplikasyonlar, riskler devreye girer. Örneğin, eşitsiz gelişim, dışarıdan bilinç, Leninist örgüt, öncülük vb. olguların yukarıdaki biçimde değil de, “Marksizmi en çok bildiği varsayılan ve adanmış kişilerin ayrıştırılarak örgütlenmesi” biçiminde şablonlaştırılması bir hata olacaktır. Böyle bir şablonlaştırmada varılacak yer siyasetten, sınıftan ve toplumsal mücadeleden kaçış olabilir. Bir diğer risk, kişinin kendi alanındaki mücadeleyi küçümseyip, sosyalist parti üyeliğini yeterli görmesidir. Çünkü kendisi Marksizmi bilen insanlar arasında ve adanmış bir kişidir ve diğer her tür örgütlenme biçimi bu vasıfların altındadır.

Maalesef Türkiye sosyalist hareketinde bu şablonlaştırma olası riskleri de gerçek kılmıştır.

Demek ki Lenin’in katkısı üç şekilde tahrif ediliyor:

1) Sosyalist-komünist partiler için devrim sonrasına tarihlenen modeller şablonlaştırılarak,

2) Sınıfın toplumsal örgütlenme düzeyine bağlı koşullar ihmal edilerek,

3) Dışarıdan bilinç olgusu bozularak.

Şimdi, bütün bu yazılanların ışığında güncel ihtiyaçlara dönebiliriz. Bugün Türkiye’de sendikal örgütlenme, mahalle örgütlenmeleri, çeşitli ağlar üzerinden örgütlenme ve sektörel örgütlenme düzeyinin, özetle öz-örgütlenme düzeyinin, çok düşük olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız. Öyleyse bir işimiz, bu tür örgütlenme araçlarını yaratmak olmalı. Bunun ne kadar “partili”, ne kadar “partisiz” olacağını hayatın, alanın kendi özgün dinamikleri belirleyecektir. Ama bu başlı başına bir iştir. Bu açıdan şimdilik meselemiz, mücadele ve örgütlülük içerisindeki emekçiler arasında bir ayrıştırma işlemi değil, yani deyim yerindeyse oluşmuş yolda şeritleri çizmeye çalışmak değil, önce yolları inşa etmeye odaklanmaktır. Yani, “emek mücadelesinin kendi güçlü araçları var, büyük bir politik partisi var, şimdi yapmamız gereken onun içinden komünistleri ayrıştırmaktır” gibi bir okuma dönemin koşullarını karşılamaz.

Ama dikkatli okuyucu, eşitsiz gelişimin her koşul ve ortam için geçerli olduğunu bilecek ve sınıfın bütününün içinde bulunduğu atalete teslim olmamak için hangi kesimlerin öne çıkacağını soracaktır.

Buna iki şekilde yanıt vermeliyiz.

Eşitsiz gelişimde arayacağımız başat nosyon bugün mücadele ve örgütlenme eğilimidir. Kitlesel sosyalist parti, bu mücadele ve örgütlenme eğiliminin (şimdilik eğilimin) ve genel politik itirazın partisidir. Kitlesel sosyalist parti, sınıfa genişçe bir yol inşa etmenin partisidir. Şeritler çizme işine sonra girilir.

Ancak bir diğer çok önemli iş ise yukarıda sayılan türden mücadeleleri, mücadele eğilimlerini veya en azından adaletsizliklere karşı ses çıkarma potansiyelini, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırmaya çalışmak olmalıdır. Burada da partiye ve partililere görev düşer. Bu çalışma, en alt seviyede alanı iyi tanımakla başlar, politik bir eğitim ve kadrolaşma ile sürer, düzenli merkezi politik çıkış ve taraflaştırma çabalarına kadar uzanır, uzanmalıdır.

Yani partinin uzun yıllardır tespit ettiğimiz ikili bir işi bulunuyor. Hem genel örgütlenme seviyesini ve araçlarını yaratmak hem de bu mücadelelerin ülke siyasetiyle ilişkisini kurabilecek bir öncülükte bulunmak. Keşke, örneğin sadece ikincisiyle uğraşmak zorunda olsaydık. Ama tarihin bu döneminde Türkiye, sosyalist hareketten daha fazlasını istiyor.

***

Örgütsel konuları, örgütlenme biçimlerini daha fazla ilgilendiren ve güncel olarak yaşamsal önemdeki birkaç konuya daha değinerek bu bölümü kapatmak istiyorum.

Yazının önceki bölümlerinde çokça değindiğim için burada kısa bir hatırlatma yaparak ilkini geçebiliriz. Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz. Yine sorular gelecektir… “Ya yerelcilik baş gösterirse, ya merkezi dikkate almazlarsa?” Siyasi mücadelede sorun bitmez. Önemli olan, iyi sorunlarla uğraşabilmektir. Yukarıda yazdıklarımız iyi sorun kategorisindedir ve yapılması gereken, yerellerle ilgilenmek, onları önemsemek ama daha fazlasını da yapmaktır. Yerelle ülke gündemini buluşturmayı sağlayacak merkezi politik üretimlerde bulunmak ve eğitim-kadrolaşma faaliyetlerini bu şekilde gözden geçirmektir. Yoksa, “Okullar olmasa eğitim bakanlığını ne güzel idare ederdik” deyip geçebiliriz.

Yazı dizisinin başından beri üzerinde durduğumuz bir konu, sosyalist hareketin yeni insanlarla buluşmasını sağlamak, hareketi büyütmek oldu. Buna, öngörülebilir bir vade için, sınır koymaya gerek bulunmuyor. Ama büyümek de doğru organize edilmesi gereken bir iştir. İşin bir boyutu yeni insanları koruyacak, onların görev ve sorumluluk almasından ürkmemesini sağlayacak mekanizmalar geliştirmektir. Yeni faaliyet alanları yaratmak, örgütü-partiyi tepeden tırnağa kurumsal hale getirmek, cevapsız sorularla dolu işleyişten anlaşılır, hesap verebilir ve ölçülebilir bir işleyişe geçmek, görev ve sorumlulukların belli insanlara tapulu olmadığını gösteren demokratik mekanizmaları işletmek gibi adımlar, yeni insanları kapsayıp, verimli hale getirebilir. Öte yandan, partinin programatik doğrultusu ve emekçi karakterinin de korunması gerekir. Bunun tek bir formülünün olmadığı, hazır reçeteler bulunmadığı bir gerçek. Yine de, görev ve sorumluluklar için emek ve fedakarlık kriterlerini işletmek, sosyalist siyaseti bulunulan alanda yeniden üretecek bir yaratıcılık talep etmek ve bir yerde daha değindiğimiz gibi, denetimi sürekli kılmak bu açıdan gerekli temelleri oluşturacaktır.

Son olarak, üye veya gönüllünün faaliyetini izleyici konumdan çıkaracak bir işleyiş biçimini yaratmak gerekir. Türkiye İşçi Partisi’nin depremden itibaren ve seçim döneminde hayata geçirdiği çalışma tarzı bu açıdan çok değerli bir örnek teşkil ediyor. Düzenli merkezi seslenme, yön gösterme ve politik üretimin yanı sıra, eş zamanlı sürdürülen kampanyalar, çok çeşitli birikim ve donanımları olan insanların gönül rahatlığıyla dahil olabilecekleri faaliyetler, buralarda sorumluluk ve görev dağıtımında sağlanan esneklik sayesinde sosyalist hareket on yıllar sonra ilk defa on binler, hatta belki yüz bine yakın sayıda insanı harekete geçirmeyi başarabildi. Demek ki, yalnızca üyelik ve onun getirdiği düzenli parti işleyişiyle sınırlı kalmayan, oraya sığmayan çok çeşitli insan malzemesini faaliyetin içinde harekete geçirebilecek yol ve yöntemler bulunabilir. Hatta bu yol ve yöntemlerin bazıları üyelerin de çalışmalarının temelini oluşturabilir. Bir yandan, merkezi kurullar, örgüt hiyerarşisi, il-ilçe yönetimleri üzerinden mahallelere ulaşan bir düzenli işleyiş ve diğer yandan çeşitli büro ve komisyonlar, ağ ve farklı kitle örgütleri aracılığıyla yürütülecek, hedeflere odaklanmış, farklı uzmanlıklarla zenginleşmeyi gerektiren çalışmalar el ele yürütülebilir. Yeter ki, faaliyeti askerlikteki “boyalı bank nöbeti” benzeri anlamsız ve faydasız iş kalıplarından kurtarabilelim…

(Devam edecek)