Kültür dünyamızı ayrık otları sarmadan
Jdanovculuk da “tersten Jdanovculuk” da sıkı durmayı, teoriye sahip çıkmayı ve geliştirmeyi, pratiği de bunun politikası olarak görmeyi zorunlu kılıyor.
Sosyalistlerin kültür sanat dünyasını değerlendirmelerinde zaman zaman karşımıza çıkan toptancı yaklaşım, bazen bir düş kırıklığının, bazen de “neden herkes sosyalist değil, neden herkes bizim gibi düşünmüyor, neden gerçek bu kadar açık ve ortadayken bir türlü görülemiyor” türü bir garipliğin sonucu olabiliyor. Sevdiğimiz beğendiğimiz bir sanatçının, kültür insanının siyasetin alt üst olduğu dönemlerde ansızın saf değiştirmesi ya da o kişiden beklenmeyecek kimi klişelerin peşine düşmesi üzüyor bizi. Bu üzüntümüzün görünen nedeni politik tutumuz konusunda çok kesin ve değişmeyeceğini düşündüğümüz fikirlerimiz olabilir. Ya da bizim kültür dünyasından beklentilerimiz katıdır. Yani bir tür Jdanovculuk hastalığına tutulmuş olabiliriz. “Biz ne diyorsak o” anlayışının zararlı etkisi altında kalmışızdır. En iyisi kültür dünyasının zenginliği ile güncel politikanın karmaşık ve değişken dünyasını birbirine karıştırmadan yol almaya çalışmak, kültür dünyasının verimlerinden politik alanda ve zenginleşmeye gayret eden sosyalist politikacılar olarak olabildiğince çok yararlanmaya bakmak, Marksizmin engin denizinden kültür dünyasının nemalanması için çaba göstermektir.
***
Çok bilinen ve tartışılanların dışında çok da keskin olmayan bir örnekle devam etmek istiyorum. Türk şiirinin önemli, önde gelenlerinden saydığım Behçet Necatigil’in solculuğu sosyalistliği zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Yazdıklarına ve kendisinin kendisi hakkındaki görüşlerine pek fazla kulak asmadan onda Heideggerciliğin izlerini görenler oldu. Bu zorlama ve uç değerlendirmeleri bir yana bırakalım; Necatigil kendisini nasıl tanımlıyor nerede rahat ediyor bakalım. Necatigil, 9.12.1976 tarihli mektubunda kendisi için ilginç bir tanımlama yapar: “Bir keresinde Yüksel Pazarkaya da ‘Türkiye’nin en sosyalist şairi sensin ya sessizliğinden ve örtülerinden ötürü, kimse farkında değil; iyi yutturmuşsun kendini üstat’ demişti bana ve beni güldürmüştü. Ama ben gerçekten mistik yapılı bir şiir emekçisiyim sadece ve fazlası da ilgilendirmiyor beni. Bir çöl, bir boşluk duygusunu yaşıyorum boyuna.” (Mektuplar, YKY, s.180-181) Daha kapsamlı bir değerlendirmesi ise şöyledir: “Toplumcu şiir bir kalkınma planlaması öneren şiir değildir bence. İster toplumcu olsun ister bireyci: şiirin ağıdını yaktığı, özlemini çektiği, içerlediği durumun kesin çözümünü söylemez, bir teşkilat raporundaki gibi söylemez. Pratik bir uygulama, şiirin dışındadır. Çünkü bir duyarlılığa davet, bir duyurma, bir belirlemedir şiir.” (Düzyazılar II, Cem Yayınevi, s.498)
Bu kadar ve daha fazlası değil. Ama daha azı da değil.
***
Yoksul bir ailenin çocuğu olan, sınıfsal kökenini hiçbir zaman unutmayan Necatigil Eski Sokak adlı şiirinde yoksul bir semtten biraz daha zengin bir semte, bir apartmana taşınanın duygularını, yabancılaşmasını öyle güzel anlatır ki, değme sosyalist şair bu anlatının yanına bile yaklaşamaz. Ama kendisinin de söylediği gibi o bir “şiir emekçisidir”; konuları da insan halleridir. Yoksullar, aslında kendileri de yoksulluktan tam kurtulamamış insanlardır onun kahramanları. Örneğin Eski Sokak’ta “Küçük ahşap bir dizi evlerdi / On yıl önce o sokak / sonra geniş caddelere çıktık / Apartman – sizden uzak”; devamında yoksul mahalleden taşınanın kırıklığını, utancını anlatır. “Bilinmedi ne çare sizdendik / yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli / şimdi aynı uzaklık, aynı utanç, / düşündükçe o sokağı o evleri.” Necatigil’in bu naif sınıf atlama hikayesinde aslında sınıf atlayan çok da uzaklara gidemeyen birisidir. Onun zengin yoksul arasındaki çelişkiyi anlatırken kullandığı metaforlar da yine birbirinden çok uzak olmayanlar arasındaki farklılığı anlatmakla sınırlıdır. Onun zenginleri, “Fasıl heyetleri olan / yazlık bahçeler vardır / varyeteler oyunlar oynanır / Zengin işi” diye anlatılır; Onun yoksulları, “varlıklı yerlerden uzakta / eski bir arsadan bozma bizimkisi’dir. Bu çelişkiyi her ne kadar hissetse de Sabit Kemal Bayıldıran’ın ilginç makalesinde vurguladığı gibi “Besbelli ki Necatigil’de sosyalistlerin sınıf bilinci dedikleri durum değil ama sınıfsal bir duyarlılık ve tavır her zaman olmuştur.” (Abdal, Asfalt ovalarda yürüyen Abdal: Behçet Necatigil içinde, İşBankası Kültür Yayınları, s.5) Necatigil yaşadığı çağla çatışan, onunla sorunu olan bir şairdir ve o çağ da adı anılmasa bile tüm çirkinliği ile kapitalizmdir. Ama onun şiiri çözümden yine kendisinin söylediği gibi uzaktır: “Benim toplumsal şiirlerim çözümün uzağında kaldı” (agy.s.19.- Düzyazılar II, s.499) der.
***
Şimdi biz Necatigil’i nereye koyacağız? Sınıf bilincine varamayan bu şairi bu “yoksunluğu” nedeniyle kınayıp bir kenara mı atacağız; yoksa onu olduğu gibi kavramaya çalışarak, kültür dünyamızın zenginliği içine, dostlarımız arasına mı yerleştireceğiz. Necatigil belki de ayrıksı bir örnekti, sosyalistlerle uzlaşmaz olduğunu sık sık kimi zaman da böbürlenerek vurgulayan kültür insanları da vardır. Çapı biraz daha geniş tutalım kültür dünyasının dışında politik alanda da benzer bir tablo her zaman söz konusudur; bizim ölçümüz onları neden bizim gibi düşünmüyorlar diye bir yana bırakmak, karşıya almak yerine farklı düşünen ama bizimle birlikte yürüyenler olarak görmek, onlara yönelttiğimiz eleştiriyi fikirler tartışmasının dışına taşırmadan sürdürebilmek olmalıdır. Hiç kuşkusuz ideolojik tartışmaların arka planında her zaman görünmeyen derin çelişkiler olabilir; o zaman tartışmanın dozunu yükseltmek kaçınılmaz ve gerekli olacaktır.
***
Bir de bunun tersinin söz konusu olduğu durumlar var kuşkusuz. Metin Çulhaoğlu bu türden durumları “Tersten Jdanovçuluk” olarak anlatmıştı. Özeti şöyledir: “kültür-sanat alanında temayüz etmiş, bu alanda ne yazarlarsa okunası derinliğe sahip kişiler iş sol-sosyalist siyasete geldiğinde söyledikleri ve yazdıklarıyla ilginç biçimde yavanlaşabilmekte, ağızlarda dolaşan klişelerin ve kalıpların esiri olabilmektedir.” (İleri Haber 12.5. 2022) Bu türden durumları anlamakta zorlanabiliriz, ama toplumsal siyasal iniş çıkışlarla ve belki çok daha farklı faktörler, örneğin artan baskının yarattığı durumların alanı daraltması nedeniyle ya da ödül ve ceza ikileminin yarattığı korku nedeniyle kültür dünyası bu türden sarsıntılara açık hale gelebilir. Son yıllarda sosyalist ülkeler blokunun ağır bir yenilgiye uğramasının, doğal sayılabilecek bir sonucu olarak bu türden anti-komünist klişeler rağbet buldu. Neoliberalizmin sığ felsefesi post modernizmin de entelektüel katkısıyla bu yaklaşım yaygınlaştı. Kuşkusuz bu durum sosyalistlere yeni görevler yüklüyor. İdeolojik mücadelenin yeni bir gözle, çarpıtmalara pirim vermeden ve sosyalizme de Jdanov bakışıyla sahip çıkmak yerine gerçekleri gören toplumsal ve bilimsel gelişimin teoriye ve pratiğe, siyasete etkilerini dikkate alan bir yenilenme duygusuyla yaklaşmakta yarar var.
Jdanovculuk da “tersten Jdanovculuk” da sıkı durmayı, teoriye sahip çıkmayı ve geliştirmeyi, pratiği de bunun politikası olarak görmeyi zorunlu kılıyor. İdeolojik mücadele herkesi bizim gibi olmaya zorlamak değildir ama gerçekleri görmenin ve muhtemel sosyalist çözümler üzerinde çalışmanın erdemini anlatmaktan vazgeçmek hiç değildir. Yoksul mahalleden çıkan ama orayı hiç unutmayan, değiştirmeyi, dönüştürmeyi uman şairlerle, sanatçılarla, kültür insanlarıyla, her anlamda sınıf atlayan ya da buna özenen, düzeyi gittikçe düşen bir kültürün temsilcileri -ki genellikle pek çığırtkan oluyorlar- arasındaki farkı görmek bu nedenle çok önemlidir…
Çimen ve ayrık otları meselesinde naçizane ve kısaca böyle düşünüyorum…