Arada farkına varırız bunun. Tarihte küçücük bir nokta olduğumuzun. Bazen öylesine, bazen bunun aslında çok “feci” bir şey olabileceğinin bilinciyle. Aslında normal bir şeydir de, onunla sürekli yaşamak ve baş edebilmek fecidir.
Nokta (.) ya da evrende ve zamanda küçücük bir toz taneciği olduğumuzun bilinci… Bu bilincin sürekli aklınıza düşmesiyle yaşamak kolay değil tabii! Bireyi ezen, iradeyi sıfırlayan aşırı nesnelci bir şey.
Ammavelakin yine de zihinde yer etmeli. Ve bu bilince rağmen çağına ve gününe müdahale etmeye çalışmak asıl önemlisi…
Orada da bir tehlike var. Bu sefer de aksi istikamette bir tehlike. Müdahaleniz üzerinde dururken, “Dünya benim etrafımda dönüyor, dönmeli, çünkü bu benim, biriciğim, madem dünyaya gelmişim, benim etrafımda bir şeylerin olması gerekmez mi, her şeyi dönüştürebilirim” türünden bir tribe girebilirsiniz. İradeyi yücelten, bireyi egosantrizme yönlendiren aşırı öznelci bir şey.
Neyse, biz öbürüne geri dönelim. Öyle ki bu “bilinç hali”nin sadece uyarıcı değil, aynı zamanda pasifize edici, edilgenleştirici bir tarafı olduğunu da bilelim. “Amaaaan sen mi kurtaracan memleketi be selocan, koyver gitsin, her şey olacağına varır nasılsa, sen keyfine bak…” türünden.
Uzak tarihe, çok uzaklardan bugüne uzanan tarihe, insanlık/uygarlık tarihine, insanın nasıl insan olabildiğine, evrime, tek hücrelilere ve dinozorların sessiz gecelerine, hatta şu en başlardaki enerjik parçacıklara, gaz ve toz bulutlarına; onlardan yeterince randıman alamazsanız düşünceler tarihine, antikiteye, Eski Yunan ve Roma’dan günümüze gelen tarihsel anlatı ve denemelere dair bir şeyler okuduğunuzda ya da yad ellerde doğa ve tarih müzelerini falan gezdiğinizde depreşebilen bir “bilinç hali” bu.
Bilgi birikimi ve duygu eğitimi bir yana, gününüzden uzaklaşıp binlerce yıllık ölçeklerle düşünmeye başlamanıza yol açıyor bazı kitaplar ve sergiler. Ve fark ediyorsunuz ki aslında hiçbir şeysiniz; toz ya da nokta!
Sadece siz de değil, çevreniz, yaşadığınız dönem, bu dönemi üreten koşullar ve bir sürü ayrıntı: Her gün bir işe gidip gelmeniz, evde ve işte gündelik olarak uğraştığınız saçma sapan şeyler, belli bir ülke sınırları dahilinde yaşıyor olmanız, dönemin hastalıkları, tıbbi müdahaleler, yükselen binalar, alçalan tavanlar, kullandığınız araçlar, bindiğiniz taşıtlar, teknolojinin verili hali ve benzeri ve benzeri.
Devam edelim mi: Ortalama yaşam süreleri, değişen sınırlar, doğal felaketler, korkular, bunların etkisiyle uydurulan dogmalar ve kutsallıklar, abudik gubidik inançlar, onlara dayanarak çıkarılan savaşlar, değişen ihtiyaçlar, ihtiyaçlardan doğan icatlar, giyindikleriniz, yedikleriniz/ içtikleriniz ve tarımın gelişimi, toplumsal işbölümleri ve roller, değişen değer ve semboller, kentlerin ve pazarın inşası, kent güvenliği, suçlar, cezalandırma yöntemleri, altyapı, yollar, kanalizasyonlar ve tabii ki üretim araçları ve benzeri ve benzeri...
Yetti gari. Hepsi nereden nereye geliyor, nasıl gelişiyor ve biz bu gelişimin hangi evresinde ne de küçük bir noktayız aslında, öyle değil mi?
Şunun şurasında 150-200 bin yıllık homo sapiens’in tarihinde, onun 70 bin yıllık “egemenliği” döneminde, 10-12 bin yıllık bir uygarlık tarihi, onun içinde önce 3-4 bin yıllık görece daha iyi bilinen kesit, ardından birkaç yüz yıllık günümüze uzanan son kesit ve günümüz… on binlerce, yüz binlerce ve hatta milyonlarca yıl içinde düşünüldüğünde hepten küçülebiliyor gözümüzde.
Bugün var ama bir de. Bizzat yaşadığımız bugün. Bütün ağırlığı, sorunları ve olgularıyla üzerimize gelen. Her yanımızı kuşatan, zihnimizi belirleyen, harekete geçiren. Geçmişteki günlerin de “o gün” olması gibi bugün. Değişmeyen yasasıyla: Ne yapıyorsak, oyuz aslında!
Tarihin maddeci okunması ise bambaşka. Üretim ilişkileri ve araçlarının farklı üretim tarzlarını doğurarak gelişimi, efendi/ köle diyalektiğiyle bugüne kadar devinip duran tarihsel/toplumsal gerçeklik ve onun bilgisi, tarihsel eylemi içerisindeki sınıflar ve sınıf mücadeleleri, savaş, paylaşım ve sömürü gerçeği... Tüm bunlara bugün eşitlikten, özgürlükten yana kılıç vurabilmenin tarihsel önemi... Kısaca, artık şu “tarih öncesi” dönemin bir sona erdirilebilmesi...
Bunu unutup, köle ile efendinin farklı dönemlerdeki günlük yaşantılarında karşılaştıklarına dalınca, tıp tarihinden yiyeceklerin tarihine, cezalandırmaların tarihinden şehir tarihlerine, biyo iktidarın inşasından, cinselliğin tarihine farklı tarihsel okumalara uzanınca, ayrıntılar ve yeni bilgiler/farkındalıklar arasında tablo değişiyor, “toz taneciği” bilinci sivrilmeye başlıyor bir bakıma.
En son Richard Sennett’ten “Ten ve Taş”ı okurken, Yuval Noah Harari’nin “Sapiens – İnsanın Kısa Bir Tarihi” adlı kitabına dair tartışmaları takip ederken ve uzak bir diyarda doğa tarih müzesinde turlarken depreşti bu “his” bende. Sık sık olduğu söylenebilir yani!
Halimize böylesine dışarıdan bakınca aynı soru çıkıyor ortaya: O kadar uğraşıp didiniyorsun ama nedir yani abi?!
Bir taraftan da acayip önemli. Ten ve Taş’ta anlatılanlar mesela. Antik dönem Atina’sından bugünün New York’una, bedenlerimizin ve şehirlerimizin, yükselmemizin ve alçalmamızın, diktiğimiz taşların ve yıktığımız binaların tarihi.
Kitaptan sadece “bedenimiz”le ilgili birkaç not olsun: “Vücut ısısı bilimi”nin yakın geçmişimizdeki 2 bin yıl boyunca, Rönesans’a kadar “bilimsel hakikat” olarak kabul edildiği bir uygarlığın parçası değil miyiz neticede hepimiz? “Hamileliğin başlarında rahimde iyi ısınan ceninlerin erkek, bu ilk ısıdan yoksun kalanların da kız olacağı”nı düşünen, görece yakın denebilecek bir tarihten geliyoruz işte! Vücuttaki ısı ve sıvılar tarafından yaratılan mizaçları analiz ederek gelişirken tıp bilimi; sıcakkanlı, soğukkanlı, asabi ve melankolik diye dört temel türe ayrıldık hepimiz, gayet psikolojik! (a.g.e., s. 145) Buna göre, asker olanlarımız asabi, devlet adamlarımız sıcakkanlı, bilim adamlarımız soğukkanlı, dini duygularla dolu olanlarımız da melankolik! Seçin yerinizi… Bugünden baktığımızda, bugünün birikimiyle baktığımızda ne kadar gülünç geliyor hepsi değil mi? Ruh bedenin neresinde diye kalbi ve beyni araştıran Ortaçağ doktorları daha az gülünç değildi tabii. (a.g.e., s. 231) Dişçilik ve ötesinde cerrahlık da yapan berberlere ve sadece birkaç yüzyıl öncesinden gelen benzer olgulara hiç girmeyelim en iyisi.
Neticede insanlık bir hayli gelişti!
Öyle mi sahi? Diğer kitapta ne yazmış Harari? Yetmiş bin yıl önce, örneğin bugün Malezya olarak adlandırdığımız bölgede dolaşmakta olan bir Sapiens, şu anda aynı coğrafyada bir tekstil atölyesinde çalışmakta olan Sapiens kardeşinden çok daha mutlu değil miydi? Ne büyük ilerleme, ne feci!
Peki, ne olacak şimdi?
Sokakta yürürken, otobüste ya da vapurda, yolda ilerlerken yüksek binalar ve plazalar arasında, insanların zavallıca koşuşturmacalarını, teneke arabalarını, sağlıksız tıkınmalarını, aralarındaki gelir farklarını, adaletsizlikleri/ eşitsizlikleri, zenginleri ve yoksulları gördükçe/izledikçe hep o sapiens ya da hâlâ genimizde bazı özelliklerini taşıdığımız neanderthal hallerimiz, eski ve yeni dönemlerdeki mutluluk mukayesesi gelmez mi aklınıza şimdi?
Bir bakıma bir tür yabancılaşma, bir bakıma yeni bir bilinç ve sorgulama hali. On binlerce yıl önce aynı bölgelerde, yaşama, barınma ve aç kalmama güdüsüyle, benzer şekillerde koşturup duran, doğanın diğer canlılarıyla kapışan atalarımızdan ne denli farklıyız ki? Hep aynı çürük çarık, yamuk yumuk, gariban sapiensler değil miyiz işte? Ah şu uygarlığımız!
Ne demiştik, “tarih öncesi” bir bitse de işimize, pardon, hayatımıza baksak artık…
Yahut kitabı bırakıp müzeleri gezsek de, daha da bir saçmalasak. 265 milyon yıl öncesinden, permiyen çağdan bir herbivore görüyorsunuz çünkü orada. 148 milyon yıl önceden bir dinozor kemiği, 47 milyon yıl öncesinden bir başkası, 18 milyon yıl önce Afrika’dan Avrupa ve Asya’ya gelen, oradan Berring boğazı yoluyla Amerika’ya geçen bir mastodon, şu, bu derken tarihte bir noktacık olarak homo sapiens…
Sonuç belli: Bu dünya homo sapiens’e de kalmaz abi!..