Kriz - baskı - ittifaklar
Bilmekte yarar var, politika steril ortamlarda hijyen garantisiyle yapılamıyor; bir de meşhur sözdür, “ölümden korkup da gününü sayan ölür gider yar koynuna giremez.”
Türkiye son günlerde birbiri ile bağlı iki konuyu tartışıyor. Birincisi ekonomik politik kriz; ikincisi korku ikliminin yaygınlaştırılması, baskıyı sistemleştirme çabaları. Baştan söyleyelim bu iki durumu birbirinin karşısına koymak, gerçekleri çarpıtmaktan başka bir işe yaramaz.
Ekonomide baş aşağı gidişi durdurmak, olmadı gizlemek için iktidar bloku elindeki tüm araçları devreye soktu. Görünen odur ki, işsizlikteki artış önlenemiyor, enflasyon durdurulamıyor, zaten çok gerilerden hayatı yakalamaya çalışan ücret ve maaşlardaki artış enflasyonun hızına yetişemiyor, döviz kurlarını belli bir noktada durdurmanın iç ve dış faktörler nedeniyle mümkün olmadığı belli. İktidar bloku günübirlik önlemlerle durumu idare etmek, seçim öncesi kendisine her koşulda bağlı olduğunu düşündüğü kitleyi sağlama almak ve genişletmek için elinden geleni yapıyor.
Nedir peki elinden gelen?
İktidar blokunun elindeki araçlar tükendi. Böyle çaresizliğin egemen olduğu durumlarda siyasetin manevra alanı daralır, sistemi genel geçer kuralları, mantığı içinde yönetmek zorlaşır. Ekonomiyi yeniden işler hale getirebilmek imkansızsa geriye tek bir araç kalır: Sessiz bir ülke yaratmak. Muhalefeti susturarak, korkuyu egemen kılarak, hâlâ itiraz etme cesareti gösterenleri bir şekilde sindirerek, gözaltı, tutuklama ve nihayet cezasızlıkla ödüllendirilmiş faili belli ya da meçhullerle istediği sessizliği elde etmek.
İktidar blokunun artık bu noktaya gelindiğini klasik yöntemlerle durumu idare edemeyeceğini, düzeltemeyeceğini kabul ettiği, bir süredir uyguladığı baskı yöntemlerinde keskin bir tırmanış için harekete geçtiği anlaşılıyor. Baskı yöntemlerinde artış, yaygınlaşma, protestoların, gösterilerin güçle bastırılması ile yasaları görmezden gelerek, meşruiyet kaygısı gütmeden, fiilen, “de facto” din kurallarını egemen kılma çabası birleşti.
KRİZİ PERDELEMEK MÜMKÜN MÜ?
Kimi yorumcuların ve muhalefet sözcülerinin, baskı yöntemlerindeki artışın halkı derinden sarsan ekonomik krizi perdelemek, gündemi değiştirmek için popüler kişilere yöneltildiğini söylemeleri tam da bu nedenle gerçeği yansıtmıyor. Burada bir perdeleme söz konusu değil, zaten mümkün de değil.
Ünlü sanatçı Sezen Aksu’nun bir şarkısının dini değerlerle bağdaşmadığı iddiasıyla hedefe konulması, artık bir sansür kurulu olarak çalışan RTÜK tarafından “söz konusu şarkıyı ve benzerlerini yayınlayan tüm mecraların takibe alınacağını, cezalandırılacağını” açıklaması, yönetimi eleştiren tanınmış gazeteci Sedef Kabaş’ın tutuklanması bu kapsamdadır. Perdenin önünün de arkasının da anlattığı budur.
Sezen Aksu’nun beş yıl önceki bir şarkısında, nedense şimdi, Âdem ile Havva’ya “cahil” dediği gerekçesiyle hedefe konan şarkısı nedeniyle başlatılan kampanya, siyasal İslam’ın egemenliğini, bilime üstünlüğünü tüm eylem ve işlemlerin din kurallarına uygun olması gerektiğini dikte ediyor. Sezen Aksu ile ilgili kampanya konusunda geri adım atılmasının temel nedeni ise içeriden, özellikle de ilahiyatçılardan gelen itirazlar oldu.
Bir süre önce Merkez Bankası’nın yukarıdan gelen emirle uygulanan faiz indirme kararını din kurallarına Nas’a bağlayan ama aynı zamanda “faiz neden-enflasyon sonuçtur” türünden bir ekonomik söylemin sürekli yinelenmesi din ile bilim arasındaki yeni ilişkiyi anlatmayı amaçlıyor. Kuşkusuz bu kolay bir iş değildir. Siyasal İslam’ı egemen kılmak, üstelik bunu yıllardır laiklik temelli yasalarla yönetilmiş bir ülkede gerçekleştirmek zordur.
Kapitalizm teknolojiye öncelik vererek, bilimsel gelişmenin yan ürünlerini kâr amacıyla kullanmaya ağırlık verir, kullanılır hale getirir ama öte yandan teknolojinin sıkı sıkı bağlı olduğu bilimin gelişmesini de önleyemez, bu alana yatırım yapmak da kaçınılmazdır.
Gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alan Türkiye gibi ülkeler ise çelişkiyi daha sert yaşıyorlar. Nas’la toplumsal yaşamı, ekonomiyi kurgulamak isteyen ama bunun çok da kolay olmadığını kısa sürede anlayan iktidar da pragmatik bir yol izlemeyi seçti; çelişkiyi bir yandan “Ay’a sert iniş” projeleriyle, silah sanayine yatırım yapmakla öte yandan baskıyla çözmeye çalışıyor.
İYİMSERLİK KİMİ ZAMAN KÖRLEŞTİREBİLİR
Muhalefet partileri ise işin esası ile değil, kaçınılmaz olduğunu düşündükleri seçimlerle, muhalefet blokunun iç hesaplarıyla, kimin cumhurbaşkanı adayı olacağı sorunu ile meşguldürler. Bu konuda “hadi söyle, söyle, açıkla adayını” dayatmasına karşı duramıyorlar. Baskının yakın gelecekte nerelere uzanabileceği ve hangi şiddetle yükseleceğini düşünmek bile istemiyorlar. İktidar blokunun çaresizliğinin beklenmedik çarelere, çıkışsızlığın da tehlikeli çıkışlara yol açabileceğini düşünmeyen, bunun için çözüm aramayan muhalefetin A-B-C planlarına sahip iktidar karşısında değişimi sağlayabilecek bir güç olması mümkün değildir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalım, köklü çözümler gerektiriyor. Ekonomik kriz AKP okulunda yetişmiş iktisatçılara, dış politika “stratejik derinlik” adı altında tek boyutlu ve din referanslı tezlere dayalı politikacılara bırakılarak hiçbir sorun çözülemez. Muhalefet bloku cumhurbaşkanlığını alsa, parlamentoda çoğunluğu sağlasa bile köklü çözümler gerçekleştiremez. Altı partili blok ağırlığını sağ partilerin oluşturduğu bir koalisyona dönüşür. Sistemle hesaplaşmayı göze alamayan, bunun için gerekli radikal adımları atma şansı bulunmayan bir iktidarın ömrü kısa, geleceği hüsran olur.
KİMLER İTTİFAK KURAR?
Gerçekçi çözümler üretebileceğinin işaretlerini veren solun ise parça bütün ilişkisi konusundaki Marksist temeli dikkate almak yerine parçaların özerkliğine ve aritmetik toplamına daha fazla mesai harcadığı anlaşılıyor. Oysa çözüm soldadır; iktidara aday olduğuna inanan sağ ağırlıklı muhalefet blokuna gerçekleri gösterebilecek, onu zorlayabilecek tek odak sosyalist soldur.
Sosyalist solun, iktidara aday muhalefetin “geliyor gelmekte olan” türü içi boş sloganlarına tartışmak yerine, kısa bir süre sonra değişecek dengelerin halktan yana olabilmesi için vakit yitirmeden harekete geçmesi gerekmiyor mu?
Unutulmaması gereken gerçek, “şu partilerle hareketlerle ittifak kurulmaz, biz de kurmayız” diyenlerin ittifakların farklı görüşlere, programlara sahip olanlar arasında yapılabileceğini, aynı şeyleri savunanların ittifak değil parti kurmaları ya da bir partide, ortak harekette birleşmeleri gerektiğini unutuyor olabilirler mi?
Bilmekte yarar var, politika steril ortamlarda hijyen garantisiyle yapılamıyor; bir de meşhur sözdür, “ölümden korkup da gününü sayan ölür gider yar koynuna giremez.”