Çok özlediğim şair ağabeyim Kemal Özer’in, sanat edebiyat çevrelerinde yaşanan ölümlerin ardından paylaştığı bir izlenimi, bir derdiydi bu “koroya katılma” meselesi...
Ölenin ardından bir şeyler söylenmesinin bir tür “vazife” olmasına, genelde hep aynı minvalde şeyler söylenmesine ve bu koroya katılıp benzer sesler çıkarmanın biraz da “zorunlu” olmasına dair bir sıkıntıydı dile getirdiği... Genelde, “ölenin ardından kötü konuşulmaz korosu”… bazen, “kör öldü, badem gözlü oldu korosu… her durumda, ölen kişiye dair hemen hemen aynı sözlerin sarf edilmesiyle oluşan “iyicil” bir koro işte.
Nasıl bilirdiniz? İyi bilirdik. Gerçek bir aydınlanma neferiydi. Yeri doldurulamaz çok güçlü bir kalemdi. Daha yapacağı/yazacağı çok şey vardı. Toplumcu (veya başka bir tür) sanatımıza büyük katkıları olmuştu. Özellikle 80’lerin (ya da başka bir dönemin) zorluklarla dolu sanat ortamında dimdik ayakta kalmayı bildi. 60 sonrası (yahut öncesi) edebiyatımıza yeni bir soluk getirdi. Şairin dediği gibi, her ölüm erken ölümdür ama onunki çok erken oldu. Olgunluk dönemindeki (ya da gençlik dönemindeki) verimi bilhassa önemliydi. Şiirinde (yahut romanımızda, hikayeciliğimizde vb.) hep yeniyi aradı, anlatım olanaklarını zorladı. Kuşağının önde gelen temsilcilerinden biriydi, özgün bir sesti ve benzeri ve benzeri...
Evet, o “özgün bir ses”ti ama siz şimdi tutar da koro içerisinde “özgün” yahut “aykırı” bir ses çıkarırsanız, beylik sözlerin/söylemlerin dışına çıkıp eleştirel bir yaklaşım geliştirirseniz, tutar da bir tartışma açarsanız vb. yandınız. Koronun ahengini bozar, aforozu yersiniz. Sevilmezsiniz…
Bireysel kayıpların ardından hızla oluşup bir dahaki kayba dek aynı hızla ortadan kaybolan bu koro, daha geniş toplumsal kayıpların ardından da, aynı ilkeyle oluşup dağılıyor.
Ortada sistemin artık neredeyse “olağanlaşan” çarpıklıkları, suçları, cinayetleri, katliamları varsa, daha da büyük bir acıyla, kızgınlıkla, öfkeyle, tepkiyle oluşuyor… Bazen çaresizlikle... Ama içinden bazı seslerin, koroyu oluşturan tüm insanları ortak bir çare arayışına çağırmasıyla da...
Bir yandan gayet doğal böyle olması/oluşması. Bir yandan eksikli.
Oluşuyor ve bir müddet sonra susuyor zira. Koroda bir araya gelenler önce tepkilerini ortaya koyuyor, çağrılarını yapıyor; ardından unutuşun sessiz evrenine dalıyorlar. Ta ki bir sonraki katliama, onun ardından yeni bir koro oluşana kadar.
Olay anının sıcaklığında ve hemen sonrasında, katliama karşı tepkimizi ortaya koysak, mesajlar paylaşsak, “tweetler” atsak, sokağa çıksak, sistemin pisliklerini ortaya dökmek için haklı olarak haykırsak da, yaptığımız bir şekilde “koroya katılmak” oluyor eninde sonunda.
Ölümlerle birlikte bir “duyarlılık” da harekete geçiyor. Acıların büyüklüğü, akılla birlikte duyguları da tetikliyor. Vurucu sözler, yazılar birbirini kovalıyor. Koronun içerisinde bazı solistlerin duygusal tonu güçlü anlatımları ya da trajediyi bizzat yaşayanların acılı ama özlü sözleri insanın içine işliyor. Koroyu da daha duyarlı kılıyor. (Örneğin bu yazı kapsamında, bu tür eleştirel bir makale kaleme alacağıma, bu yıl içerisinde maden kazalarında ve tüm iş cinayetlerinde ölen insanlarımızın adlarını alt alta yazsam ya da en başta adını andığım Kemal Özer ağabeyimin madenciler için yazdığı bir şiirini paylaşsam, belki daha etkili, duyarlılığımızı daha çok harekete geçiren bir şeyler yazmış olacaktım).
Düşman ise kışkırtıyor. Tepedekilerin aymazlığı, kimsenin istifa etmemesi, abuk subuk açıklamaları, herkesi keriz yerine koyup “krizi fırsata çevirmeleri”, bütün bu olup bitenlere dayanamayıp isyan edenlere ve ölenlerin yakınlarına tekmeyle girişip gaz sıkmaları vb. tepkilerimizi haklı olarak “çıldırma” noktasına taşıyor. “Bu kadarı da olmaz” denenler olup olup üzerimize yağıyor ve deliriyoruz. Yine de delirip attığımız çığlıklarımız bile “koronun verdiği genel ses içerisinde” kalıyor ve pek etkili olamıyor.
Gündemle, “gündem tüketme”yle ilgili daha genel sorunun bir parçası galiba bu durum. Söz konusu yaşanan olay da, gelip geçen “gündem maddeleri”nden biri işte. Kapitalizmin (özellikle bizdeki) çarpıklığını, hükümetin gerici/piyasacı yaklaşımlarını, din tüccarlığını vb. ortaya koymak için bir “olanak” belli boyutlarıyla. Acımasız çalışma/sömürü koşullarının daha görünür ve berrak hale geldiği bir zaman dilimi yaşanıyor ayrıca. Ama hangi sürede, neyi, ne kadar göstermeyi başarırsak başaralım, dedik ya, olayların hemen ardından en fazla üç, beş günlüğüne gündeme oturan “tepki korosu”nun parçasıyız eninde sonunda. Sonrasındaki sessizlik/unutuş korosunun dışında kalmak için bir şeyler yapsak da gündem değişiyor bizim dışımızda, biz de “sıradaki”ne geçiyoruz. (Sadece içimizden bir ya da birkaç “konunun gerçek uzmanı kişi”, belli sıklıklarla tekrar ve tekrar eğiliyor konuya. Diğerleri için yeni bir kaza/katliama dek, yok artık maden ve katliam ortada).
Gündem, gündem üstüne. Gündem kendini dayatıyor. Gündem tepkiyi dayatıyor. Gündem anlık/günlük tepkiselliklerle “durumu idare” etmenin bir aracına da dönüşebiliyor. Gündem koroyu da zorunlu kılıyor.
Bir yanıyla gündeme paralel yaşamak/yazmak, gündeme müdahale etmeye çalışmak, bir yanıyla gündem tarafından sürüklenmek ve hatta belirlenmek… Zorlu mesele. Neticede, bu meselede, gündem korosuyla “içten” ama “farklı” bir ilişki kurmak gerek...
Bu hafta yeni bir iş cinayetinin ardından haykırdık yine hep birlikte. Gündemin diğer konularına, korolarına da katıldı kimilerimiz. Cumhuriyet korosu da görev başındaydı mesela.
Güncelliğin boğuntusunda kendi gündemini yaratmak ya da mevcut gündemde kendine gedik açıp ayrı duruşunu (sosyalist cumhuriyeti mesela) ortaya koymak, kolay değil bu ortamda.
Etimiz ne, budumuz ne, sık sık gündem belirleyebilecek/oluşturabilecek durumda değiliz. Oluşan gündemlere ise müdahale etmeye çalışacağız elbette. Zamanla daha etkili müdahale edip, arada gündemin bir parçası da olabileceğiz. Böylece, kendi “özgün, ayrıksı, yeni” gündemimizin de toplumun daha geniş kesimlerine nüfuz etmesi için, tepkilerimizi birlikte büyütüp kalıcı mevzilere dönüştürmek için, yeni ve büyük bir koro oluşturmak için yol alabileceğiz.
Unutmayalım, Gezi’nin yarattığı “ruh” ve açtığı yeni dönemle birlikte, korolar içerisindeki “ayrıksı” ve “özgün” çıkışların gücü de arttı. Gezinin izinde bir hareket geliştirmeye devam edebilirsek, gündeme etkili müdahale edebilecek gerçek bir “özne” haline gelmemiz de söz konusu olacak. Öte yandan mevcut/oluşan gündeme müdahale etmeden, koroya katılmadan etkileme/dönüştürme şansımız da pek bulunmuyor. Koro içerisinde mümkün olduğunca fazla sesi kendi sesimize katarak yeni bir koro oluşturabiliriz ama.
Birleşik Haziran Hareketi’nin verdiği yeni sesten yana bir umut var bu bakımdan. Gezice konuşan genç devrimcilerin yaratıcılığından yana. Gezi korosunun sürekliliği, daha doğrusu Gezi korolarının birlikteliği ile...
Uzun vadeye de bakalım en sonunda: Önce yeni bir koro oluşturup dışımızdakilerin de giderek genişleyen bir katılımını sağlayalım, sonrasında gerek beraber ve solo şarkılar söylemek, gerekse senfonilere, sonatlara, türkülere, standartlara ve avangart/deneysel çalışmalara yoğunlaşmak üzere dağılabiliriz dilersek... Daha sonra yine buluşuruz; dünyanın eşitlik ve özgürlük korosunda bütün emekçiler ve halklar birleşerek, şarkı söyleyip dans ederek...