Kürt meselesi AKP iktidarıyla başlamadı, onunla da bitmeyecek.
Sınıfsal, siyasal, kültürel, ulusal ve uluslararası yönleri olan bu meselenin derin bir analizi, bu yazının boyutlarını oldukça aşıyor.
Bu meseleden dolayı kapanması gündeme gelen ilk parti de HDP olmadı. “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacını taşımak”, “Yasaya aykırı siyasi faaliyetlerin mihrakı olmak”, “PKK’ye yardım ve yataklık etmek” gibi gerekçeler öne sürülerek HEP, DEP, HADEP ve DTP kapatıldı. Yalnız bu partiler de değil, program ve tüzüklerinde Kürt meselesine ve ulusal soruna dair maddeler nedeniyle Sosyalist Parti, Emek Partisi, Sosyalist Türkiye Partisi gibi partiler de kapatıldı.
HEP’ten HDP’ye uzanan ve daha çok Kürt siyasi hareketi çerçevesinde anılan partiler, bu baskı ortamında son 25 yılda aldıkları oyu 1 milyondan 6 milyon seviyesine (1995 seçimlerinde HADEP 1 milyon 171 bin, 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP 6 milyon 58 bin civarında oy aldı) taşıdı. 7 Haziran 2015 tarihinde yapılan seçimlerde HDP Diyarbakır’da 636 bin, İstanbul’da ise 1 milyonun üzerinde oy aldı.
Bugün hangi kamuoyu araştırma şirketinin çalışmasına baksanız, bu siyasi kulvarın yine en az yüzde 10’u bulan bir toplumsal desteği olduğunu görüyorsunuz.
Türkiye’de bugün seçmenlerin yüzde 18’inden fazlası kendisini etnik kimlik bakımından Kürt-Zaza olarak tanımlıyor. Bu oran genç seçmenlerde yüzde 25’i aşıyor. Bu veri nüfus artış eğilimini göstermesi bakımından büyük önem taşıyor.
Kendisini Kürt-Zaza olarak tanımlayanlar en çok HDP’yi destekliyor. Çeşitli araştırmalarda oran değişebilse de Kürt-Zaza seçmenin en çok desteklediği partiler sıralamasında birinci olan HDP ile ikinci AKP arasında yüzde 10’dan fazla bir fark bulunuyor.
Bu hareket, daha önce adının söylenmesi dahi yasak olan bir halkın, bir dilin varlığını herkese kabul ettirdi. Yalnız andığımız kapsamda da değil, bu partilerin mücadelesi çevre ve insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi gibi başlıklarda (en azından toplumsal alanda) ilerleme sağlanmasına büyük bir katkı sağladı.
Buraya kadar yazdıklarımız öznel değerlendirmeler değil somut gerçeklikler.
İdeolojik ve siyasi mücadele, gerçekliği eğip bükmeye, hadi daha nazik ifade edelim, onu dönüştürmeye çalışabilir. İşin doğasında bu var.
Ancak yukarıdaki veriler, eğip bükme sınırlarının çoktan aşıldığını gösteriyor.
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve HDP hakkında açılan kapatma davası, bu ülkede siyasetle ilgilenen herkesin gerçeklikle test edileceği bir dönemi daha açmış oldu.
HDP hakkında Anayasa Mahkemesi ne karar verirse versin, yukarıda yazılanlar değişmeyecek. Ancak değişen ve dönüşene, bu hamlelerle ne yapılmak istendiğine ilişkin düşünmemiz gerekiyor.
Önce şunu tespit edelim:
Gerekçelerinin haklı olduğunu dahi varsaysak, parti kapatanlar, Türkiye’de “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacını” taşıyanların sayısını son 30 yılda en az 6 kat artırmıştır. “Büyük resmi görelim” deniyor ya, en büyük resim budur. “Bizim niyetimiz bu değildi, bölünme isteyenlerin sayısını azaltmak istiyorduk” diyen varsa, çok sıkı bir “savunma” dosyası hazırlaması gerekir çünkü yaptıkları işlerle, güya, “bölünmez bütünlüğe karşı” olanların sayısını katlanarak artırmışlardır.
Elbette mesele bununla sınırlı da değil. Henüz seçmen olmayanları da hesaba katarsak, Türkiye nüfusunun yüzde 20’den fazlasını oluşturan bir etnik bölmesinin birinci partisine, onun yöneticilerine, siyasi yaşam hakkı tanımamak, hele bunu devlet adına yapmak, birlikte yaşam umuduna, isteğine, arzusuna da en büyük darbeyi indirmek anlamına gelmektedir.
Yaşanan bunca deneyimin ardından, bu kadar basit bir gerçeği görmemenin, bir hesap hatası veya bir yanlışta ısrar olup olmadığı artık daha kapsamlı bir şekilde irdelenmelidir.
Yapılanları açıklamak için “devlet aklı” deniyor. Belli ki, o kuruma kutsallık atfederek söyleyenler bence kendilerine gelmelidir. Böyle devlet aklı ya aşağılanır ya da orada bir çapanoğlu aranır.
Varsa bir devlet aklı, “Kürdistan” diye bir siyasi entite kurulmamasını sağlamak üzere işlediği kabul edilebilir. Bu kırmızı çizgi çekildikten sonra yapılanların ise akılcılıktan ziyade içgüdüsel, refleksif, korku temelli bir davranış silsilesine tekabül ettiği belirtilmelidir.
Türkiye bir korkular ülkesidir ve korku bünyeyi her türlü manipülasyona açık hale getirmektedir.
Öyleyse üzerinde konuşulması gereken devlet aklı değil korkulardır.
İnsan evriminde korku, hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucudur.
Kürt meselesinde on yıllardır yapılanların bir kısmını, diyelim ki yönetim mekanizmasını elinde tutan bir gücün, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” koruma içgüdüsü olarak açıkladık. Katılmıyoruz ama hadi bu yazıda ses etmeyelim.
İddiamız, bugün yapılanların, bu şekilde dahi açıklanamayacağıdır.
Yıllar önce, bölgesel gerilimler için iktidar cephesinden gelen “vatan savunması” tezlerine ilk karşı çıkışlardan birini bu haber sitesinde yapmış ve “Vatan değil Saray savunması” demiştik. Vaziyet değişmemiştir.
AKP-MHP cephesi ve arkalarındaki tüm güçler (ki buna ulusal-uluslararası sermaye odakları ile askerlerin önemli bir kısmı da dahildir); nemalandıkları Saray Rejimi’nin olası bir seçim felaketiyle karşı karşıya kalmaması için ellerinden geleni yapmaktadır.
Korku, Saray’ın yıkılmasıdır…
Belli ki, HDP ve İYİP odaklı hamleler devam edecektir. AKP-MHP blokunu az oyla tepede tutabilecek cinlikler düşünülmektedir. Siyasi partiler kanunu ve seçim sisteminde olası değişiklikler üzerine kafa yorulmakadır.
Yine de bu satırları okuyanlar, ortada başı sonu belli bir plan, her yönüyle belirlenmiş bir çerçeve beklememelidir.
Bunlar, korku temelli davranışlarda bulunacak nitelikler değildir.
Bir kez daha hatırlatarak bitirelim:
Nasıl Kürt meselesindeki güncel gerçeklik, eğip bükme sınırlarını çoktan aştıysa, Saray Rejimi’nin yapısal ve dönemsel kırılganlıkları ile azalan toplumsal desteği de vakıadır.
AYM ne karar verirse versin, Saray korkmakta haklıdır, yıkımı yakındır.