Günümüz Yunan sinemasının öne çıkmış yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos’un İngilizce dilinde ve anavatanının ulusal sinema endüstrisinin dışında çektiği yakın tarihli iki filmi, The Lobster (2015) ve Kutsal Geyiğin Ölümü (The Killing of a Sacred Deer, 2017); geçtiğimiz yıllarda ülkemizde vizyona girmiş olmalarına karşın (*) Lanthimos’un adını dünya çapında ilk duyurduğu çalışması olan Köpek Dişi (Kynodontas, 2009); 2010 yılında 29’uncu İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra ülkemizde sinemalara uğramamıştı. Yine zamanında yalnızca festival mecrasında beyazperdelerimizde görünmüş Krzysztof Kieslowski klasiği Veronique’nin İkili Yaşamı’nı (La double vie de Véronique, 1991) iki yıl önce vizyona sokarak sinemaseverlerin tekrar beğenisine sunmuş olan Bir Film sayesinde bu hafta Köpek Dişi de sonunda sınırlı ölçekte de olsa, Başka Sinema zinciri içindeki çoğu bağımsız sinemalar ile Cinemaximum grubunun “sanat filmlerine” tahsis ettiği salonlarda, vizyona girebildi.
2009’da Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış Ödülü kazanmış olan Köpek Dişi bir hayli sarsıcı bir film ancak bunun sebebi basitçe bir-iki sert şiddet sahnesi ile ensest nitelikli bir cinsellik içermesi değil. Neredeyse tamamı bir evin içinde ve bahçesinde geçen film, ebeveynleri tarafından tamamen dış dünyadan izole biçimde yetiştirilmekte olan, takriben onlu yaşlarının sonlarındaki veya yirmili yaşlarının başlarındaki genç bir erkek ile iki genç kadının öyküsünü perdeye getiriyor. Ebeveynleri, çocuklarının bahçesi çitlerle çevrili evlerinin ötesindeki dünyaya adım atmalarını, “köpek dişleri düşünceye kadar” men etmekle kalmamışlar, köpek dişlerinin ileride bir gün düşeceği yalanından da görülebileceği üzere onları sahte, kurgusal bir “gerçekliğin” içine düşünsel olarak da hapsetmişler; örneğin, çocuklar zaman zaman tesadüfen bahçeye girmeleri üzerinden aşina oldukları sokak kedilerinin, insanları öldürüp yiyebilen tehlikeli mahluklar olduklarına inandırılmışlar. Sözkonusu anne-baba, sahte, kurgusal bir gerçekliği çocuklarına zerketmekte öyle uç ve tuhaf noktalara varmışlar ki, onlara öğrettikleri sözcüklerin bazıları, “telefon” sözcüğünün tuzluk yerine kullanılması gibi dış dünyadakinden tamamen farklı anlamlar taşıyor; besbelli ki böylece dış dünya ile iletişim aracı olan telefon nosyonunun onların algısının tamamen dışında olmasını amaçlıyorlar.
Köpek Dişi’nin muhtemel alegorik yönelimlerini ele almadan önce filmin anlatısında dile ilişkin bu vurgu üzerinde kısaca da olsa durmak gerek. Lanthimos ve ortak-senaristi Eftyhmis Filippou’nun, dilin ‘kurucu’ özelliğine dair 20’nci yüzyıl Batı felsefesinde serpilen külliyata aşina oldukları ve bu gelenekten etkilendikleri aşikar. Ancak filmdeki bu minvalle kısmen bağlantılı olarak yeralan kimi yan unsurlar ise karmaşık bir konum arzediyorlar. Althusser, özneliği, ideolojik aygıtların işlevinin bir sonucu olarak görür ve ünlü “çağrıldığında bakma” konumunu bu bağlamda takdim eder. Köpek Dişi’nde ise çocuklar, ebeveynlerinin hükümranlığı altında isimsiz olarak yaşıyorlar ve onlardan birinin, gizlice izlediği bir film video kasedinden etkilenerek kendisine bir isim vermesi ve bu isimle çağrıldığında bakma egzersizi yapması, Althusser’in bu metnine gönderme taşıyor gibi. Ancak Althusser’e göre “çağrıldığında bakmak” ideolojinin sonucu iken Köpek Dişi’nde ise otoritenin hilafına gerçekleşen bir pratik. Burada senaristlerin en hafif ifadeyle kafalarının karışık mı olduğu, yoksa kasten ve külliyen bir ‘yapı-bozumuna’ giriştikleri mi belirsiz, tartışmaya açık.
Köpek Dişi, ilk bakışta ve en basit olarak, ebeveynlerdeki aşırı korumacı eğilimlerin bir karikatürizasyonu olarak görülebilir; nitekim Lanthimos, bir söyleşisinde filmin hikayesine dair ilk esin kaynağının bu bağlamda bir zihin egzersizi olduğunu belirtmiş (bu arada, Köpek Dişi’nin konusunun ana hatlarıyla El castillo de la pureza [1973] adlı bir Meksika filminin konusuyla bir hayli benzeşmesinden hareketle o filmden esinlenmiş / intihal edilmiş olduğuna ilişkin savları da not edeyim!). Öte yandan film, “kapalı toplumların” bir alegorisi olarak görülmeye de son derece elverişli; hatta Soğuk Savaş döneminde çekilmiş bir Amerikan filmi olsaydı esasen sosyalist ülkelere dair Batı’daki önyargılı algıları yansıtan bir film olarak ele almaya eğilimli olurdum ama filmin tarihsel bağlamında spesifik olarak o yönde emare pek yok. Netice itibariyle her iki düzlemde de, hem korumacı ebeveyn kariktürizasyonu, hem de “kapalı toplum” alegorisi düzlemlerinde, otoritenin bireyleri şekillendirme hevesinin ve potansiyelinin teşhirini görmek olanaklı. Bu noktadan bakıldığında öncelikle Köpek Dişi’nin “insan doğasına” dair özselci varsayımları çıkış noktası olarak almadığını ve dolayısıyla öylesi varsayımlardan hareket eden pek çok filme ve diğer mecralardaki anlatılara içkin insan-sevmezlikle ilişkisinin olmadığı söylenebilir. Ayrıca otoritenin dayatmalarının bir aşamadan itibaren itaat yerine dirençle karşılaşmasının perdeye geliyor oluşu da dikkate değer. Bu noktada itaatin yerine direncin geçmesinin katalizatörünün ne olduğu ve bilahare direncin ne sonuç verdiği sorularının yanıtlarını aramak gerekli. Direncin nasıl sonuçlandığı konusu filmin açık uçlu finali ışığında ortada kalan bir konumda. Otoritenin kurduğu sistemin dirençle karşılaşmasını tetikleyen sürecin başlangıcının, fosforlu bir saç takısına istek ve bu doğrultudaki bir takas oluşu ise sosyalizmin çözülüşüne dair süreçlerin metaforu olarak algılanmaya ve dolayısıyla yukarıda ilk elde öncelik vermediğim anti-sosyalist çağrışımlara kapı açan bir unsur.
(*) Kutsal Geyiğin Ölümü eleştirisi için bkz: https://ilerihaber.org/yazar/kutsal-geyigin-olumu-78973.html