Klasikleri basan bir banka

Başka ülkelerde bankalar yayıncılık yapar mı, bilmiyorum ama Türkiye de İş Bankasının yanı sıra başta Yapı Kredi olmak üzere birçok bankanın bu işe girdiğini biliyoruz. İlginçtir, TİBKY yıllar önce bu konuyla ilgili bir kitap basmıştı: Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar. İş Bankasının 1981 yılında, aynı başlıkla açtığı yarışmada ilk üç sırayı alan eserler bir arada basılmış.

Size de böyle olur mu bilmiyorum ama bazen yoğun bir biçimde bir kitabı veya yazarı okuma isteği duyarım. Geriye dönüp baktığımda bu isteğimi tetikleyen bir olay ya da duygulanım yoktur. Veya ben bulamam. Ancak istek öylesine güçlüdür ki, bir an önce okumaya başlamak isterim. Hatta, duygu tam uykuya dalarken bile gelse, o an okuyamayacağımı da bilsem, kitaplıkta durmasına bile dayanamam, alır, getirir, yastığımın altına koyarım; öyle uyurum.

İşte geçenlerde böyle oldu, deyim yerindeyse, ‘Shakespeare’im’ geldi. Yoğun bir istek; hangi kitabı olursa olsun fark etmez, okuyayım yeter. Gözüme ilk ilişen Macbeth’di. Aldım, rastgele bir sayfayı açtım: “Kendini boşuna harcamış olur insan dilediğine erer de sevinç duymazsa”. Evet, buydu aradığım, kısa sürede bitiverdi kitap. Zaten, bildiğim kadarıyla Shakespeare’in en kısa oyunu Macbeth. Kısa ama, hırs, intikam, başarı, yenilgi, iç hesaplaşma, ahlak sınırlarını zorlama, insanlığın neredeyse tüm hallerini gösterecek denli de dolu. Belki de bu nedenle, konuyu çok iyi bilmeme karşın, aktı gitti kitap sanki ilk kez okuyormuşum gibi. İkinci bir Shakespeare oyununa uzanırken, tüm oyunlarında beni çeken asıl yanın (kurguyu, kişileri, replikleri bir kenarda tutup) eserin başından sonuna dek kendini alttan alta ama sürekli hissettiren yalnızlık duygusu olduğunu düşündüm. Hadi biraz daha iddialı konuşayım, bu nokta Shakespeare dendiğinde hemen arkasından söylenmesi gereken önemli bir öğe bence. Söylediğim sadece Macbeth için değil, bu haftanın ikinci kitabı Kral Lear ve diğerleri için de geçerli.

Bunları yazarken, bir yandan da belki de hakkında en çok yazılmış kişilerinden biriyle ilgili yazmanın ne derece anlamlı olduğunu da düşünüyorum. Yazarı, konuları, kişileri herkesçe çok iyi bilinirken, bunlara ne eklenebilir ki? Sanırım Sylvester Stallone idi, ona filmlerindeki konuların neden birbirlerine çok benzediğini sormuşlardı; yanıtı ilginçti: “Zaten toplam on tane konu var” demişti, “Bunları da Shakespeare yazdı, yani sadece ben değil, hepimiz aynı temaları kullanıyoruz”. Gerçekten de böyle, örneğin Kral Lear’da kişiler ve kurgu öyle olağanüstü ki, her kültüre ve duruma uyarlanabiliyor. Şöyle bir düşündüğümde, Kral Lear’ın kraliçe versiyonunu, Japonya’da veya günümüzde geçenleri hemen aklıma gelenler oldu. Bunlar doğrudan uyarlananlar, değişik derecelerde etkilenenleri saymıyorum bile.

Evet, çokça benzeri yapılıyor ama, Lear’ın ihaneti ilk anladığı sahnedeki dramatik yoğunluk ile aslında ayrı bir konu olan Edgar-Edmund sorununun öyküye alınıp, onu bütünlemesinin tekrarlanabildiğini düşünmüyorum. Yok, bu ikisinin de ne olduğunu anlatmayacağım; eğer anımsayamadıysanız sizin de zaten tekrar okuma zamanınız geldi de geçiyor demektir.

Kral Lear’ın Türkçeye çevrilmesi aslında çok eski. 1917 ve 1937’de ‘Kral Lir’ adıyla yapılmış. Breton mitolojisinde Kral Lear’ın ‘Llyr’ diye geçtiğini öğrenince bu baskıların çevirmenlerinin (sırasıyla Abdullah Cevdet ve Seniha Bedri Göknil) acaba bunu biliyorlar mıydı, diye aklımdan geçmedi değil.

Görsellere bakacak olursanız iki kitabın da Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından (TİBKY) basıldığını göreceksiniz. Evet, teliften çıktığı için yıllardır kitapçılarda değişik yayınevlerinden çok sayıda farklı çevirisi var ama TİBKY’nın özellikle Hasan Âli Yücel Klasikleri serisini ayrı tutmak gerekir. Bu serideki kitapların önsözlerinin özel bir önemi olduğunu düşünüyorum. Diyebilirim ki, klasikler konusunda yazılmış en önemli Türkçe metinler arasındadır bu önsözler.

TİBKY, 1956 yılında Hasan Âli Yücel tarafından kurulmuş. Kendilerini şöyle anlatıyorlar: “Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı döneminde başlattığı dünya klasiklerinin dilimize kazandırılması ve yaygın olarak okunması çalışmasından aldığı hız ve birikimiyle, Bankamızdan aldığı gücü birleştirerek, ülkemizin önemli ve köklü yayınevlerinden birini kurmuş oluyordu.” (1) İlk olarak, Mustafa Kemal'in ‘Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl’ini basmışlar. Sonra yayın alanlarını genişletip, 1956-2005 tarihleri arasında toplam 838 başlıkta kitap yayımlamışlar. 2005 yılı bir dönüm noktası TİBKY için. Bu tarihte Ahmet Salcan genel yayın yönetmenliğine getirilmiş ve görevden alındığı 2021’e kadar 4576 yeni kitap basmışlar. Salcan şöyle anlatıyor: “Göreve başladığım 2005 yılında 300 bin adete yakın kitap satılırken, 2021 yılında 18 milyon adetin üzerindeki kitap satışlarıyla Türkiye yayıncılık rekorlarını kırdık.” (2) Gerçekten inanılmaz ama aynı oranda sevindirici rakamlar. Üstelik Türkiye gibi ödünç kitap okuma alışkanlığının yüksek olduğu bir ülkede… sevindirici ve umutlandırıcı rakamlar.

Bir düşününce aslında bu rakamlara şaşırmamam gerektiğini gördüm. Daha önce yazdım mı anımsamıyorum ama herhangi bir nedenle bir eve girdiğimde ilk fırsatta kitaplığa (tabii varsa) bir göz atarım. Bana kalırsa kişiyi tanıtan en yalın, dolaysız bulgudur bu. Elbette, kitaplığın olmaması da başka bir veri. Neyse, konuya dönersem şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, hemen her kitaplıkta bir TİBK yayını görürüm. Özenli çevirileri, albenili kapak tasarımları ve sürekli bir bahane üreterek yaptıkları indirimler, doğru kitap seçimlerinin yanında, çok satmalarında önemli bir etken olsa gerek. Toplu ulaşımda kitap okuyan gençlerin neredeyse tek seçimi TİBKY diyebilirim. Bir ara İş Bankası hazineye devredilecek diye bir söylenti çıkmıştı. Ötesini düşünmeden benim de hemen aklıma yayınevi ne olacak sorusu gelmişti anında.

Başka ülkelerde bankalar yayıncılık yapar mı, bilmiyorum ama Türkiye de İş Bankasının yanı sıra başta Yapı Kredi olmak üzere birçok bankanın bu işe girdiğini biliyoruz. İlginçtir, TİBKY yıllar önce bu konuyla ilgili bir kitap basmıştı: Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar. İş Bankasının 1981 yılında, aynı başlıkla açtığı yarışmada ilk üç sırayı alan eserler bir arada basılmış.

Yazılarda konu birçok boyutuyla tartışılmış ve bu arada kültürel etkinliklerde mesenlik (sponsorluk) konusu da taa MÖ 70-8 yılları arasında yaşamış Gaius Cilnius Maecenas (mesen sözcüğünün kaynağı) başlayarak, elbette Medici’lere geniş yer ayırarak, ele alınmış. Günümüzden de çeşitli örnekler var. Her ne kadar yarışmanın birincisi Prof. Dr. Metin And, “Böyle bir girişim ne reklamla, ne üne kavuşmak dürtüsüyle, ne de kapitalizmin çıkarcılığıyla açıklanır. Olsa olsa kimi milyonerde toplumcu sorumluluğun ne denli güçlendiğiyle açıklanabilir” dese de ben böyle düşünmüyorum, asla başka türlü elde edilemeyecek bir reklam ve ‘sahip olma hırsının’ daha açıklayıcı olduğu kanısındayım. Diğer yandan açtıkları müzelerle, olağanüstü koleksiyonlarıyla, insanlığın mirasını şimdilik bizim adımıza koruduklarını düşünüyorum ve sergilerini bu duyguyla dolaşıyorum. Bu beni rahatlatıyor.

Elbette sponsorların beğenisine ve/veya genel beğeniye uymayan eserlerin ne olacağı sorusu bu koşullarda yanıtsız kalıyor ve kamuculuk yine tek seçenek gibi durmakta. İş Bankasının durumunun farklı olduğuna ben de katılıyorum, özel sektörün bir parçası olmakla birlikte Cumhuriyet’in kuruluşundaki rolü nedeniyle ayrı bir yere koyuyorum ama TİBKY yoluyla yapılan reklam da inkâr edilemez sanıyorum.

Aslında bugün Yapı Kredi Yayınlarını da (YKY) ele alıp genel olarak bankaların yayıncılığını yazacaktım ama raflardan bana göz kırpan Zweig’lar (dediğim gibi, kapakları da çok çekici) fikrimi değiştirdi. Artık YKY başka bir yazıya.

TİBKY Stefan Zweig’ın kitaplarını ‘Modern Klasikler’ dizisi içerisinde yayınlıyor. Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma, Hayatın Mucizeleri ve Sahaf Mendel kitapları içerisinde altı öykü var. Bunların bazıları ‘novella’ olarak adlandırılıyor ama bence uzun öykü hepsi, yeni bir isimlendirmeye gereksinimleri yok.

Shakespeare gibi, Zweig için de çok sözün anlamı olmasa gerek; onun eserleri de artık klasikler arasında. Ancak bu üç kitaptaki öykülerin hepsi için iki noktaya dikkat çekmek isterim. İlki, anlattığı kişileri veya nesneleri doğrudan tanımlamaktan çok, onların karşısındaki insanlar üzerindeki etkilerini anlatarak tanımlıyor ve bence Zweig’ın yapıtlarını klasikleştiren en önemli etmenlerden biri bu. Özellikle, Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma ve Hayatın Mucizeleri’nde böyle. İkincisi, taşradakilere bir nesne değil de insan gibi yaklaşımı. Şöyle anlatayım; gerek roman gerekse öykü kent kökenlidir ve bu nedenle de taşrayı anlatmada kente göre biraz geri kalır. Birçok ünlü yazarın taşra öykülerinde “hah, taşranın şu özelliğini vurgulamak için yazmış” dersiniz ve bu durumda ister istemez taşra nesneleşir. Zweig’da böyle değil, taşralılar yaşar ve öznedir.

Sahaf Mendel kitapseverlerin temel öykülerinden birisidir bence. Kaç kez okudum anımsamıyorum ve hayranlığım Zweig’a mı, yoksa Mendel’e mi onu da tam bilmiyorum. Günümüzde her şey dijitalleşiyor, basılı kitap da yok olma yolunda. Sanırım ileride kitabın bitişi Sahaf Mendel ile anılacak. Zaten çevirmen Gülperi Sert’in önsözde anlattığı gibi, kitabın gerçek ismi ‘Kitap Mendel’ miş.

Gülperi Sert’in Zweig çevirilerine daha önce değinmiştim (3) : “Şurası çok açık ki Gülperi Sert Zweig’ı çok iyi tanımış, anlamış ve özümsemiş, deyim yerindeyse “eğer Türkçe yazsaydı, nasıl yazardı?” sorusunun yanıtını bulmuş…Bir yandan Zweig’ın özgünlüğünü ve kültürünün yabancılığını korurken, Almanca bilmeyen okur için de anlaşılır ve keyifli hale getiriyor.” Eksik yazmışım, emek faktörünü unutmuşum: çok emek harcıyor, ciddiye alıyor bu işi. Nereden mi biliyorum? Bahsettiğim yazımda (3) Sahaf Mendel’in Doğu Batı Yayınlarından çıkan baskısı vardı; karşılaştırarak okudum, ikisi de Gülperi Sert çevirisi olmasına karşın, metinler birebir aynı değil. Önemli bir değişiklik yok ama yeni bir baskı söz konusu olduğunda oturmuş, çeviriyi tekrar yapmış. Eh, böyle olunca da ortaya çok iyi ürün çıkıyor: her şeyin başı emek.

Sahaf Mendel’deki diğer iki öykü birbirini bütünler tarzda olmuş; savaşın yıkım ve kayıplarının kültür üzerinden tutkuyla taşraya kayışının romanı gibi sanki.

‘Görülmeyen Koleksiyon’ isimli öyküde şöyle deniyor: “Çocukluğumdan beri kör bir insanın karşısında olmak beni rahatsız etmiştir. Bir insanı kanlı canlı karşımda hissederken onun beni aynı şekilde hissedemediğini bilmek beni hep utandırmış ve üzmüştür”. Bu benim hep hissettiğim ama ifade edemediğim bir duyguydu. Sağ olasın Zweig, bu sorunumu da çözdün. Bir de zekâ özürlüler karşısında ne hissederdin, yazsaydın ya.

Neyse, sermayenin kültür alanındaki varlığı beni rahatsız etmiyor değil ama bugün yazdığım kitapların huzursuzluğumu bir miktar da olsa hafiflettiğini itiraf etmeliyim.

(1) https://www.iskultur.com.tr/hakkimizda

(2) https://www.edebiyathaber.net/turkiye-is-bankasi-kultur-yayinlariinda-onemli-ayrilik/

(3) https://ilerihaber.org/yazar/gulperi-sertin-zweigi-92045


KÜNYELER

- Macbeth. Çev.: Sabahattin Eyüboğlu, fiyatı 20 TL. Kral Lear. Çev.: Özdemir Nutku, fiyatı 26 TL. William Shakespeare.

- Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar. Metin And, Ergun Şenlik, Erkan Canak. 1981.Sahaflarda 3-90 TL arası.

- Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma-Hayatın Mucizeleri- Sahaf Mendel. Stefan Zweig. Çev.: Gülperi Sert. Fiyatları 18’er TL.