Dünya sinemasında son 50 yılın en önemli yönetmenleri arasında yer alan Woody Allen’ın, geçmişteki pek çok filminde de sıkça görülen çok sayıda tema ve motifin yanı sıra bu kez klasik sinema başyapıtlarına göndermelerle de bezeli yeni filmi Rifkin’in Festivali (Rifkin’s Festival, 2020) dün (cuma) ülkemizde yalnızca dört şehirde, toplam 30 salonda, vizyona girdi.
Dünya prömiyerini geçen yıl İspanya’daki San Sebastian Film Festivali’nin açılış filmi olarak yapan Rifkin’in Festivali’nin konusu San Sebastian Film Festivali’nde geçiyor. Filmin baş karakteri olan Mort Rifkin, geçmişte Avrupa sineması hakkında ders vermiş olan orta-ileri yaşlarda bir yazardır ve Fransız bir yönetmenin basın sorumlusu olarak çalışan eşi Sue’yla beraber San Sebastian’a gelmiştir. Sue, görev icabı festivalde bulunurken Mort ise sıkı bir sinemasever olmasına karşın, eşi ile Fransız yönetmen arasında profesyonel ilişki ötesinde bir yakınlık olduğundan kuşkulandığı için San Sebastian’a gelmeyi tercih etmiştir; aslında, sinemanın bir sanat olarak kutsandığı eski festivallerden farklılaştığını düşündüğü günümüzün festivalleri ona artık cazip gelmemektedir. Mort, festival etkinlikleri sırasında eşi ve yönetmen karşısında kendisini tamamen “üçüncü şahıs” konumunda görmeye başlar ve bu arada kalbinde bir rahatsızlık olduğundan evhamlanınca gittiği kadın bir doktora gönlünü kaptırır…
Festival boyunca Mort sık sık rüyalarında ve hayallerinde kendisini ve yakın çevresindeki kişileri klasik filmlerden mizansenler içinde görüyor. Amerikan yapımı Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941) hariç, bu mizansenlerin tamamı Avrupalı yönetmenler Godard, Truffaut, Lelouch, Bunuel ve Bergman’in başyapıtlarına göndermeler içeriyor. Günümüz sinemasında geçmiş dönemlerin filmlerine göndermelere rastlanması ender değildir ama bu örnekler Tarantino filmlerinde olduğu gibi daha çok B-filmlere göndermeler üzerindendir. Rifkin’in Festivali’nde ise Avrupa “sanat sineması” başyapıtlarına bir dizi selam-saygı gönderilmesi nispeten ayrıksı bir örnek ama Woody Allen açısından asla şaşırtıcı değil: Sıkı bir Avrupa sineması hayranı olduğunu her fırsatta beyan etmiş olan Woody Allen’ın Amerikan sinema tarihindeki önemi, ilerleyen on yıllarda bu izleği daha az takip etse de, özellikle başyapıtı niteliğindeki Annie Hall (1977) ile başlayarak bir dizi filminde o yılllara dek daha çok Avrupa sanat sinemasına özgü olan yaratıcı anlatım biçimlerine yönelmiş olmasından da kaynaklıdır.
Rifkin’in Festivali’ne damgasını vuran klasik filmlere göndermeler yalnızca saygı-selam gönderme niteliğinde olmayıp baş karakterin sinema dersleri vermiş bir sinemasever olması ve olayların bir film festivali esnasında geçmesi sayesinde anlatıda eklenti gibi durmuyor, anlatıya organik biçimde yedirilmiş olarak konumlanıyorlar. Bu arada Mort’un politik sinemayı, varoluşsal sorunlara eğilen filmlere oranla daha az önemli (Türkçe altyazıda “eften püften” olarak çevrilmiş; orjinali “trivial”) sayması kuşkusuz kabul edilebilir bir yargı değil ancak gönderme yapılan filmler açısından, hatta birden fazla filmine gönderme yapılan yönetmenin Bergman oluşu ışığında kendi içinde tutarlı görünüyor.
Bu göndermelerinin ötesinde ise Rifkin’in Festivali alışılageldik bir Woody Allen filmi; konu, (Zelig [1983] ya da Mavi Yasemin [Blue Jasmine, 2013] gibi sıra dışı örnekler bir yana) pek çok Woody Allen filminde olduğu üzere çıkmaza giren gönül ilişkileri etrafında dönüyor ve karakterler, entelektüel ve/veya sanat çevrelerinden kişilikler. Ve Woody Allen daha önce de pek çok kez ele aldığı bu konu ve kişilikleri bir kez daha perdeye getirirken yine zeki bir mizah yansıtan replikler kullanıyor, yine insan ilişkilerinde karşılaşılan traji-komik durumları büyük bir sahicilikle sahneliyor. Yalnız sanırım bu kez son noktayı hüzün dozu biraz artmış olarak ya da hüznün ötesinde çıkışsızlığa, çaresizliğe yakın bir noktada koymayı tercih etmiş; daha doğrusu bu kez hüzün yalnızca yaşanmış ya da yaşanmamış, yaşanamamış olana değil artık ileride de yaşanamayacak olana ilişkin.