Evet, kısa, kesik ve kesin öykülerle, neredeyse metin parçalarıyla örülen bir dünya bu. Şiire öykünen öykücükler belki de. Şaşırtıcı bağlantılar kurarak, hayal gücünü zorlayarak, uyumsuzlukların içinden yepyeni ilişkiler çıkararak, zihnimizin arka bahçelerinde en uçlara kadar gidip yasak meyveler toplayarak, belleği canlandırarak, doğayı, tarihi, mücadeleyi ve insanı kucaklayarak gelişen bir dünya.
Yeni, etkili ve yoğun bir anlatım tarzı deneyen Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, ilk olarak “Kucaklaşmanın Kitabı”yla sunmuştu bu kısa, kesin ve kesik öyküleri. Tam olarak bir teması ya da şeması olmasa da, belli bir akışı vardı yazılanların. Yer yer dağılsa da, Latin Amerika’nın sürekli sarsıntılar geçiren topraklarına dair betimleme ve belirlemeleriyle toparlıyor idi sonra.
Ardından, aynı tarzın “özel bir konu etrafında toplanmış” haliyle karşılaştık. Yine birçok başka alana dağılsa da, bu kez yeşil sahalara çıkıyor, topun başına geçiyor, önce çalımlarını, ardından Zico’nun tersten rövaşatasıyla golünü atıyor, “Gölgede ve Güneşte Futbol” oluyordu.
Sonra, daha “geniş spektrumlu bir eleştirellik” içinde, 90’ların başından 2000’lerin ilk dönemine uzanacak şekilde, yine aynı tarzda yazdığı metinleri toplayan üç ayrı kitap çıktı karşımıza: Çizimleri ve özenli baskılarıyla, Bülent Kale’nin çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan, “Tepetaklak”, “Yürüyen Kelimeler” ve “Zamanın Ağızları”.
Üç kitap da Galeano’yu, “Bütün dünyayı, yakın ve uzak geçmişi, dünyadaki devrimci gelişmeleri ve ağırlaşan sömürü koşullarını yakından izleyen ama ayakları kendi toprağına, Latin Amerika’ya basan bir yazar” olarak karşımıza çıkarıyor.
Gerçekten de özgün gerilimlere sahip, ayrıksı, yaşadığımız çağın en canlı/dinamik coğrafyalarından biri Latin Amerika. Siyasi direnişler, darbeler, göçler, sürgünler, “arka bahçe” müdahaleleri gerçekleştiren emperyalizmle girilen çok boyutlu mücadeleler, devrimler ve karşı devrimlerle yoğrulan süreç, kendine özgü yaratıcı anlatım biçimlerini de doğuruyor. Eduardo Galeano da, yeni biçimleri zorlayarak kıtanın ruhunu yakalayan yazarların en başında geliyor.
Dünya ve bölge haline dair etkin bir farkındalık yaratmak için; “ortalama okur”un orta sınıf rahatlığını ve alışkanlıklarını bozmak için; “genç okur”u uyarmak ve kışkırtmak için; tüm okurlara bellek kazandırmak için… ince ayrıntıları işleyen çarpıcı öykücükler anlatıyor Galeano. Akademik tarz yerine, hayal gücünü zorlayan, çağrışım yüklü bir tarz denediği için de, söz konusu “bozmak”, “uyarmak”, “kışkırtmak” gibi fiiller, çok daha kuşatıcı olabiliyor.
Özcesi, Galeano, galeyana getiriyor aklımızı. Sanki kafamızın hemen üstünde çağrışım yüklü düşünme balonları/bulutları yükseliyor ve sayfalarla birlikte oradan oraya savruluyoruz. Peki bu parçalılık, ayrıntı işçiliği, çok boyutlu bakış ve çok yönlü savrulmanın, bilinci dağıtmaması nasıl sağlanıyor? İşte asıl maharet de burada; zira, Galeano’nun geliştirdiği bu “anlatı” tarzının parçalılığı, bütünlüğü bozmuyor, tam tersine onu güçlendiriyor ve bir anlamda yeniden oluşturuyor...
*
“Tersine Dünya Okulu” altbaşlığını taşıyan “Tepetaklak”, bu çalışmalar arasında en yoğun ve “oluşturucu” olanı. Ezilenlerin mücadele deneyimiyle dünya hallerini, tabii ki Güney Amerika ağırlıklı bir şekilde betimleyen kitap, F. Engels’in ilk çalışmasına anıştırmayla, “Latin Amerika’da Emekçi Sınıfların Durumu” diyerek de okunabilir. Yaşadığımız günlerin toplumsal çelişkileri “tersten” görünümleriyle aktarılırken, ana metne giren kutularla birlikte anlatım, farklı vurgulamalar, bakış açıları, ayrıntı ve aforizmalarla zenginleştiriliyor.
“Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu”... “Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman olur”... “Karayip yerlilerinin bakış açısına göre, tüylü şapkası ve kırmızı kadife ceketiyle Kristof Kolomb o zamana kadar görülmemiş boyutlarda bir papağandı”... “Yoksullara yiyecek verdiğimde bana aziz diyorlar, neden yiyecekleri olmadığını sorduğumda ise komünist” türünden çağrışıma açık aforizmalar, işte bu zenginliği yansıtıyor.
Irkçılık, cinsiyetçilik, işsizlik, işkence, korku endüstrisi, çocuk çeteleri, uyuşturucu ticareti, televizyonun laneti, haber fabrikatörleri, demokrasinin diğer “aletleri” vb. hep “tersten örnekler”le sorgulanıyor. Kitaptaki otomobil düşmanlığının ise özellikle altını çizmek istiyorum: “Altı, altı, altı: Orta sınıf bir Kuzey Amerikalının harcadığı her altı dolardan biri otomobili kutsuyor; yaşamın her altı saatinden biri otomobilde yolculuk etmeye ya da otomobilin parasını ödemek için çalışmaya harcanıyor; her altı işten biri otomobille ilgili ve diğeri şiddetle ya da onun endüstrileriyle ilgili. Otomobiller ve silahlar ne kadar insan öldürürse, doğayı ne kadar çok tahrip ederse, gayri safi milli hasıla o kadar artıyor.”
*
“Zamanın Ağızları”nda daha ikinci metinde, otomobillerle değil, düşüncelerle, hayallarle ve kitaplarla gerçekleştirilen tüm bu “yolculuk”un sırrı açığa çıkarılıyor: “Barcelona’da bir hastanede yeni doğanların bakımıyla ilgilenen Oriol Vall, insanın ilk hareketinin kucaklaşma olduğunu söylüyor... Artık epey yaşamış olanlarla ilgilenen başka doktorlar, ihtiyarların da günlerinin sonunda kollarını kaldırmaya çalışarak öldüğünü söylüyorlar... Fazla söze gerek yok; iki kanat çırpışı arasında gerçekleşiyor yolculuk.”
Yolculuk, sudan güneşe yükselip neredeyse tüm doğa olaylarının içinden geçerken, insana da, aklı ve duygusuyla, kavga ve tutkusuyla dokunuveriyor. Güney Amerika anlatılınca neredeyse kaçınılmaz; gerçekçiliğin “büyülü” olanı, bu kısa metinlerde ve onlara eşlik eden çizimlerde de beliriyor. Dünyamızın farklı coğrafyalarından kopup gelen görüntülerle ortaya konuyor bu büyülü gerçek(çi)lik. Öylesine bakıp geçilmiyor, çok güçlü izler/izlenimler bırakıyor. Öyle ki Galeano buradaki görüntülere, sırf fotoğraf makinesiyle değil, teleskop ve de mikroskopla bakmış olabilir diye düşünüyorsunuz.
Şu küreselleşme çağında hâlâ kol gücünden bahsediliyor mesela: “Muhammed Eşref okula gitmiyor. O, güneşin doğuşundan ay görününceye kadar çalışıyor; Pakistan’ın Umar Kot köyünden dünya stadyumlarına doğru yuvarlanan futbol toplarını kesiyor, kırpıyor, deliyor, biçiyor, dikiyor. Muhammed on bir yaşında, beş yıldır bu işi yapıyor. Eğer okumayı bilseydi, İngilizce okuyabilseydi, elinden çıkan her işe kendisinin yapıştırdığı şu uyarıyı okuyabilecekti: Bu top çocuklar tarafından üretilmemiştir.”
Yoksulların dünyası, televizyonda bir kanalı ya da diğerini seçme özgürlüğünden başka özgürlüğü olmayanların; yalnızların dünyası, bir şişeye sarılıp uyuyacak kadar yalnız olanların; ücretlilerin dünyası, emekli maaşı kendini asmak için bir ip almaya yetmeyenlerin; göçmenlerin dünyası, kapısını kaybetmiş eski anahtarların; yaşlıların dünyası, tek başına gelmeyen yılların ve benzeri dünyalar, (“kitap tanıtım” klişeleriyle ifade edecek olursak) sayfaların arasında ilmek ilmek dokunuyor.
Sonra sıra günümüz kapitalizminden daha çıplak görüntülere geliyor; markalara, pazarlamacı mantığa, Irak’taki savaşa, IMF’nin Haiti’li emekçiye yaşattıklarına ve daha onlarcasına... Kanun koyucular, büyük şirketlerin siyasi kol işçileri oluyor; Gana dağlarında kakao plantasyonlarında çalışanlar, ziyaretçileri Kanadalı gazetecinin elinden ilk kez çikolatayı tadıyor ve yine benzeri anekdotların hepsi, kısa, kesin ve kesik metinlerin içinden geçilerek, duygusal içeriğiyle hikayeleştirilerek anlatılıyor. Yer yer de yeniden aforizmalara varılıyor:
“Eğlence endüstrisi yalnızlık pazarından geçiniyor. Teselli endüstrisi kaygı pazarından geçiniyor. Güvenlik endüstrisi korku pazarından geçiniyor. Yalan endüstrisi aptallık pazarından geçiniyor. Peki başarılarını nerede ölçüyorlar? Borsada. Silah endüstrisi de öyle yapıyor. Hisselerindeki değer artışları her savaşın en iyi habercisi.”
*
Caetano Veloso’nun “Yakından bakınca, kimse normal değildir” sözleriyle açılan (ve akla Pablo Neruda’nın “Yukarıdan bakınca, her şey el yazısı gibidir” sözlerini getiren) “Yürüyen Kelimeler” ise zihnimizde sıradışı pencereler açıp, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye bakan bir metin.
Kitap, Latin Amerika kültürünün kökenlerinden bugüne doğru yürüyen kelimelerin izini sürüyor. (Kelimelerin kökenlerine yapılan bu yolculuk, akla ister istemez Borges’i de getiriyor. Akıl garip bir şey, Güney Amerika deyince, işte böyle Neruda’dan Borges’e uçmaya başlıyor. Her neyse ve nasılsa, “şiiri tek bir sözcüğe, mucize sözcüğüne indirgeyebilmiş Um’ların ülkesine doğru yola çıkan” ve “eski dilleri öğrenmeyi, gün batımı kadar, aşık olmak kadar güzel bulan” Jorge Luis Borges ile bu kitabın çizimlerini gerçekleştiren De J. Borges arasında nasıl bir akrabalık var diye de sormadan edemiyor).
Kitapta farklı Güney Amerika başkentlerindeki duvar yazılarına da bir göz atıyor Galeano. Lima’da “Hayatta kalmak istemiyoruz, yaşamak istiyoruz”; Buenos Aires’te “O kadar çım ki, a’yı çoktan yedim”; Meksika’da “Başkana da asgari ücret verin ki o da anlasın nasıl bir şey olduğunu” diye haykıran acı çığlık, Havana’ya geldiğinde sevince bürünüyor. Küba’daki sosyalizmin yapısını, onun günlük hayata yerleşmesini ve şarkı söylercesine işlenmesini çok iyi açıklıyor bu yazı: “Her şeyle dans edilebilir”... (Ve soruyor biri. “Belediye yok muymuş, silmemiş mi yazıyı?”… Yanıt veriyor beriki: “Belediyeyle dans edilebilir”… Soran ısrarlı: “Castro’ya yazıp şikayet edeceğim”… Yanıt veren daha ısrarlı: “Castro’yla dans edilebilir.”... Uzuyor muhabbet, Stalin’le Brejnev’e geliyor sıra ve maalesef dans edilemiyor onlarla!)
Sonra kapitalizme ve korkularına geri dönülerek bir başka pencere açılıyor: “Aç adam kahvaltıda korku yer. Sessizlik korkusu sokakları sarar. Korku tehdit eder: Eğer aşık olursanız AIDS olursunuz, sigara içerseniz kanser olursunuz, nefes alırsanız zehirlenirsiniz, içki içerseniz kaza yaparsınız, yemek yerseniz kolesterolünüz yükselir, konuşursanız işsiz kalırsınız, yürürseniz saldırıya uğrarsınız, düşünürseniz acı çekersiniz, şüphe ederseniz delirirsiniz, hissederseniz yalnız kalırsınız.”
“Başarılı adam üzerine pencere”de ise günümüzün hesaplı ve hesapçı aklı şöyle mahkum ediliyor: “Uzaklığı hesaplamadan aya bakamaz. Çıkacak odunu hesaplamadan bir ağaca bakamaz. Fiyatını hesaplamadan bir tabloya bakamaz. Kaloriyi hesaplamadan bir menüye bakamaz. Avantajlarını hesaplamadan bir adama bakamaz. Riski hesaplamadan bir kadına bakamaz.”
Sayfalarını, kalınlığını, televizyonun karşısında geçireceğiniz süreden “çalacağı” zamanı ve benzerlerini hesaplamadan, böyle has yapıtlar okumaya ne dersiniz peki?..
-----
(*) Bu yazı tahminen 10-12 yıl kadar önce bir dergide Eduardo Galeano’nun Çitlembik yayınlarından çıkan üç kitabını tanıtmak, Galeano’nun düşüncelerini okurlarla daha yakından paylaşmak için kaleme alınmıştı. Büyük yazarı, 13 Nisan 2015 tarihinde kaybetmenin acısıyla (ve yazıda küçük dokunuşlarla) şimdi yeniden paylaşıyorum.