Yakın dönem Türkiye sinemasının en dikkate değer politik sinema ürünü, kimilerince sürpriz sayılabilecek bir mecradan, janr (tür) sineması içinden çıkmış durumda, üstelik genç bir yönetmenin ilk uzun metraj filmi olarak. Senaryosunun ilk versiyonuna 2013’ün başlarında son nokta konulmuş, uzun süren mali kaynak arayışının sonuçlanmasının akabnde çekimleri 2015 sonlarında gerçekleşmiş, post-prodüksiyonu ise geçen yaz tamamlanmış olan distopik/psikolojik gerilim filmi Kaygı, nispeten uzunca sayılabilecek bir süre de “rafta bekledikten” sonra geçtiğimiz aylarda gerçekleşen yurtdışı ve yurtiçi festival turlarının ardından sonunda dün sekiz şehirde, toplam 22 salonda vizyona girdi.
Daha önce de bu köşede yazmıştım: günümüz Türkiye sineması, günümüz Türkiyesinin sineması olmaktan çok uzak bir profil çiziyor; hem ülkenin gidişatına, hem de bu gidişatın artık bizzat ve doğrudan kendi yaşamlarını da etkileyen/etkileyebilecek hal almasına dair kaygıları ve umut arayışları özellikle son yıllarda zirve yapan insanların nüfusun en az yarısını oluşturduğu, nüfusun en az yarısını oluşturan insanların ruh hallerinde, hatta benlik ve bilinçlerinde artık bu kaygıların ve umut arayışlarının neredeyse belirleyici bir konuma ulaştığı bir ülkenin sinemasında bu verili durumun ifadelerini net biçimde görmüyorduk – ta ki Ceylan Özçelik’in (*) yazıp yönettiği Kaygı’ya kadar.
Bir türler karması, anlatım açısından özellikle ikinci yarısı itibariyle psikolojik gerilim, anlatı çerçevesi olarak ise distopya türündeki Kaygı’nın konusu, halihazırdaki Türkiyeyi bir hayli çağrıştıran ama rejimin totaliterleşmeye doğru ciddi mesafe katetmiş olduğu anlaşılan belirsiz bir yakın gelecekte geçiyor. Kaygı’nın zaman ve mekan konusunda yarattığı bu aşinalık ve farklılık hissiyatlarının beraberliği daha en başlardan itibaren filme kaydadeğer bir tekinsizlik nakşediyor, üstelik günümüz gerçekliğinden farklı olan unsurların, günümüz gerçekliğinden aşina olan unsurların doğal uzantıları oluşu anlatıya bu açıdan da bir ürperticilik katıyor. Bir televizyon kanalında kurgucu olarak çalışan Hasret isminde genç bir kadın, tenzili rütbe ile haber kurgusu operatörü olarak görevlendirilince kanaldaki haberlerin siyasi iktidarı gözeterek çarpıtıldığına, çalıştığı kanalın iktidarın manipülatif bir borazanı olarak faaliyet gösterdiğine bizzat içeriden tanık, daha doğrusu alet olur konumda bulur kendini ve bu durum onu dayanılmaz ölçüde rahatsız eder. Medyanın oto-sansürünün, olmuş olanı gizleme ve unutturma sonucu doğuracak şekilde işlediğini, tarihin yeniden kurgulanmakta ve hatta silinmekte olduğunu duyumsayan Hasret aynı günlerde tam anlam veremediği kabuslar görmeye ve anne-babasının kendisine çocukluğundan beri hep söylendiği gibi bir araba kazasında değil, bambaşka bir sebeple yaşamlarını yitirmiş olabileceğinden kuşkulanmaya başlar. Anne-babasının akibetine dair gerçeğe ulaşma çabası bir yandan her yerde çıkmaza girse de küçüklüğünden anne-babasına dair anıları yavaş yavaş belleğinde canlanmaya başladıkça bu muammanın çözümü onun için adeta varoluşsal bir hal alır ve işinden ayrılarak, kendini tüm arkadaşlarından da izole ederek evine kapanır. Hasret, pek çok sakinin tahliye etmiş olduğu ve kendisinin de er ya da geç tahliye etmesi beklenen dairesinde kabusları ile ister istemez hemhal oldukça kabusları belirginleşen anılara dönüşecek ve genç kadın böylece acı ve karanlık gerçeğe vakıf olacak, acı ve karanlık gerçeğe vakıf olunca da mutluluğa değil ama bir nevi aydınlanmaya varacaktır.
Burada uzunca bir parantez açarak Kaygı’nın, bastırılan, bilinçdışına itilen gerçeklerin bilince çıkmasını içeren anlatısının, benzer minvaldeki, “baskılananın geri dönüşüne” dair, temel psikanalitik düsturlarla paralelliği söylenebilecek olsa da öte yandan özellikle son çeyrek yüzyılda sanatsal ve entelektüel üretimlerde trend olan, ‘gerçeğin bilinemezliğine’, hatta ‘algıladığımızın dışında bir gerçekliğin varolmadığına’, devamla ‘gerçeğe ulaşma çabasının modernitenin bir “dayatması” olduğuna’ dair önermelerle, bu önermeler doğrultusunda olsun ya da olmasın sanatsal üretimi gerçeğin teşhirine değil, algının temsiline indirgeyen yönelimlerle ciddi bir zıtlık sergilediğini de kaydetmek isterim; Kaygı, trend olan postmodernist bir yapıda değil, trend takipçilerinin “eski moda” sayacağı modernist bir yapıda. Örneğin, Kaygı’nın özellikle Istanbul Film Festivali’ndeki gösterimi döneminde kullanılan tanıtım malzemelerinde yeralan sloganlardan biri “geçmiş yeniden kurgulanamaz” idi iktidarın geçmişi yeniden kurgulama operasyonlarına karşın bu yeniden kurgunun ötesinde ve dışında geçmişin anımsanmak üzere varolduğunu imleyerek; oysa, geçmişin yeniden kurgulanışını eğlenceli bir oyun olarak gören ve fetişleştiren postmodernizm, sürekli yeniden kurgulanma sürecinden bağımsız bir geçmişin sözkonusu olamayacağını savunur.
Parantezi kapayacak olursak Kaygı, daha yapım aşamasındayken bu köşede bu projeye dikkat çektiğim bir yazımda da ifade ettiğim üzere, rejimin totaliterleşmeye dönük çehresini, yakın geçmişin unutturulduğu bir toplumsal hafızanın inşası ile bağlantılandırıyor ve anımsama çabasını bir direniş olarak konumlandırıyor. Ancak bu bağlamda vurgulamak gerekir ki, Kaygı’daki ‘unutturulmuş geçmişi anımsama’ motifinin, kimi başka filmler dahil muhtelif mecralarda dolaşımda olan anlatılardaki bugünle bağı kopuk ve dolayısıyla naif ve yüzeysel bir “geçmişimizle yüzleşelim” söylemiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Kaygı’da, medyanın, iktidarın başat ideolojik aygıtlarından biri haline gelmiş olduğuna işaret etmekle başlanarak, ikitidarın medya üzerinden dolaşıma soktuğu dilinin ve medya üzerinden hegemonikleştirdiği söylemlerinin geçmişten günümüze arzettiği içsel süreklilik duyumsatılıp, geçmişin unutturulduğu bir toplumsal hafızanın inşası bütün bu bağlantılarıyla, ve de son tahlilde, unutturulan geçmişin onu unutturan iktidarın süreklilik içindeki ‘sabıka kaydını’ içerdiği teşhir ediliyor.
Bu arada medyanın toplumsal hafızanın inşasındaki rolüne işaret edilişindeki kadar vurgulanmamakla birlikte kentsel dönüşümün de, bu bağlamdaki, geçmişin izlerinin silinerek geçmişin unutturulmasındaki rolü Kaygı’da örtük ve dolaylı biçimde perdeye geliyor Hasret’in yaşadığı kentin bir inşaat furyası içinde olduğuna dair görüntülerin sık sık perdeye gelmesi ve inşaat seslerinin filmin ses kuşağında önemli bir yer tutmasıyla. Bu vesileyle Kaygı’da sinemasal araçların en maharetli kullanıldığı alanların başında (finaldeki kabusumsu flashback sekanslarında kalabalığın seslerinin gereğinden fazla, anlaşılmayacak derecede boğuk kalması hariç) ses tasarımı ve özellikle Ekin Fil imzalı tedirgin edici özgün müzik, bu yerli yerinde müziğin kullanımı, ayrıca harika mekan seçimleri ile mükemmel bir iç mekan düzenlenmesini içeren sanat yönetimi (nitekim Kerem Ardahan ve Sıla Karaca Kaygı’daki çalışmaları ile Ankara Film Festivali’nde hakkettikleri En İyi Sanat Yönetmeni ödülünü kazandılar) olduğunu kaydetmemek olmaz. Kaygı’nın görüntü yönetmenliğini ise son yılların en etkileyici korku filmlerinden Karabasan’ın (The Babadook, 2014) görüntü yönetmeni Radek Ladzcuk gerçekleştirdi. Akıcı kamera hareketleri ve usta işi kadrajlar bir yana, ışık ve renk kullanımı açısından ise Kaygı’daki görüntü yönetiminin, yine de yetkin olmakla birlikte, beklediğim, umduğum kadar etkileyici olmadığını söylemeliyim.
Komedi türündeki tv dizileri ve filmleri ile tanınan Algı Eke’nin Hasret rolündeki performansı, bunalım arifesindeki ve giderek bunalım içindeki bir kadın karakterin canlandırılmasında sapılabilme riski taşıyan abartıdan ve diğer olası yapaylık tezahirlerinden münezzeh; Eke, herşey bir yana, senaryo gereği öyküyü tek başına götürdüğü ve doğal olarak film boyunca baştan sona neredeyse tüm sahnelerde perdede arzı endam ettiği için bile zor bir rol sayılması gereken bu rolü hakkıyla üstlenmeyi başarmış.
Tüm meziyetlerinin yanısıra Kaygı’nın, kimi tek sahnelik karakterlerdeki oyuncu performanslarının en hafif ifadeyle yetersizliği ve birkaç yerde ince kurgudaki zaaflar gibi bazı tali defoları da yok değil. Kaygı’nın defoları aslen bütçesinin sınırlılığı sonucu, örneğin arzu edilen düzeyde performansların veya mizansenlerin yakalanamadığı yerlerde yakalanıncaya dek tekrar tekrar çekim yapma olanağı olmayıp bu sorunların ‘kurguda halledilmeye çalışılmak’ zorunda kalınması kaynaklı gibi görünüyor.
Dünya hakları peşinen Almanya merkezli bir ajans tarafından satın alınmış olup kuzey Amerika hakları da geçtiğimiz günlerde bu ajans tarafından ABD’li bir dağıtımcıya satılan Kaygı, dünya prömiyerini bu yıl Türkiye yapımı tek film olarak katıldığı Berlin Film Festivali’nin ana yarışmadan sonra en önemli bölümü sayılan ve tartışmalı konulara ya da farklı estetik arayışlara yönelen filmlere ağırlık veren Panorama seçkisinde yapmış, ardından ABD’deki SXSW festivalinde öne çıkan kadın yönetmenlere verilen Gamechanger (Oyundeğiştiren) ödülünü Özçelik’e getirmişti. Türkiye prömiyerini yaptığı Istanbul Film Festivali’nden şaşırtıcı biçimde ödülsüz dönen (**) Kaygı geçen ay Ankara Film Festivali’nde ise Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Ankara’da ödülünü alırken “Diren sinema! Umut daim olsun…” diyen Özçelik, Solanas ve Gettino’nun 1969 tarihli ‘Üçüncü Bir Sinemaya Doğru’ manifestolarında siyasal sinemanın anlamlı ve işlevli olabilmesi için gösterim mekanlarında gösterim sonrasında izleyicilerle tartışmaya zemin sağlanmasına önem verilmesi gereğine işaret etmesini anımsatırcasına, yalnızca festival sürecinde değil filmi vizyondayken de bizzat izleyicilerle Lüleburgaz’dan Kars’a kadar ülkenin pek çok köşesinde buluşmaya hazırlanıyor (***).
(*) Özçelik hakkında ayrıntılı bilgiler Kaygı’ya yapım aşamasındayken bu köşede dikkat çektiğim şu yazım içinde yeralıyor: http://ilerihaber.org/yazar/toplumsal-elestirel-bir-psikolojik-gerilim-filmi-kaygi-31777.html
(**) Belli bir kinaye payı ile Kaygı’nın İstanbul Film Festivali’nden ödülsüz dönmesinin belki pek şaşırtıcı olmadığı da düşünülebilir: Geçen yılın en iyi filmi Ana Yurdu da İstanbul Film Festivali’nde benzer bir sonuç almıştı!…
(***) Kaygı’nın yönetmen-film ekibi katılımıyla yapılacak gösterimleri: 14 Mayıs 14:30 ve 15 Mayıs 21:30 Ankara BüyülüFener, 16 Mayıs 21:30 Istanbul Metrocity, 17 Mayıs 19:30 Kars Şehir Sineması, 24 Mayıs 21:00 Lüleburgaz Bercadia.