Güçlü, çok güçlü bir sistem var karşımızda. Farkında olalım ya da olmayalım, gerçekliğini ve hatta “gerekliliğini” dayatan. Oyunun kurallarını. “Oyna(ya)mıyorsan çek git!” dayılanması da yanında. “Sürün!” ya da.
Bu güç ve baskı karşısında ya oyunu kurallarına göre oynamamız ya da küçülmemiz bekleniyor bir şeklide. Küçülüp daralmamız. Sistem dışına bakan – ufkun da daralması bunun yanında.
Ruhun da.
Daralan ruhun; nihilizme yahut sinizme gömülen, sıkıştığında “durumu idare eden”, umarsız, boş vermiş hali var bir de. “Loser” deniyor genelde. “Kaybeden”, Türkçesiyle.
Rekabet ve başarı pompalamasından payını al(a)mayanlara; sistemin gücünü ve otoritesini tanısın ya da tanımasın, oyuna dahil olmayanlara; itirazları “içten” olanlara, itaatsizlere, küskünlere vb. vb. yenik bir ruh hali, güçsüzlük, yorgunluk, yılgınlık, parçalanmışlık, bezginlik... dayatılıyor bir bakıma.
“Loser” ruh hali; mutlak yenilginin yorgunluğunu duyumsamak sürekli. Parasal/maddi varlık ve paracı sistem karşısında, kendini güçsüz ve güvensiz hissetmek sık sık. Küçüle küçüle böcek gibi hissetmek bazen de. Onlar tepelerde çok büyük, sen bir kıyıda ufak tefek. Onlar çok sağlam, sen çürük çarık. Onlar yapılı ve sert, sen çelimsiz ve kırılgan. Başarı güdülenmesine kapılmamışsın, yenik çıkmışsın işte naapacan; işi dalgaya vurup takılacan.
İktidar bu. Varlık sahibine güç verirken, onu bir şekilde “tanıyan” ve onun karşısında “gündelik” olarak “ezilen” yoksula – siyasi ve tarihsel kurtuluş imkanlarını düşündürmeden, ufkunu kapatarak – güçsüzlük veriyor işte. İktidarın bireye yüklenmesi: İnsanın sınırsız potansiyellerini sistem içerisinde eritip/ehlileştirip, belli kalıp ve sınırlara hapsetme yeteneği...
Renkli basının gazetelerini, iş ve magazin dergilerini, haftasonu eklerini, televizyon haberlerini vb. şöyle bir karıştırdığınızda/izlediğinizde, yılgınlığa doğru iteklenmez misiniz siz de?
Bir taraftan, “yalan, bomboş, makyajlı bir dünya / kağıttan kaplan” vb. diye geçirseniz de içinizden, sürekli “maruz kaldığınızda” güçsüzlük kaynağıdır aslında.
Günlük yaşamdan çarpanlar ve izlenimler vardır sonra. Bakarsınız, birlikte mezun olduğunuz arkadaşlarınızdan biri, iş kurmuş, iyi dikiş tutturmuş, şimdi atlamış motosikletine özenilesi bir dünya turu atıyor, konforlu ve steril macera arayışlarıyla bohem takılıyor; diğerini, İstiklal’de gördünüz geçende, her zamanki gibi kafası dumanlı, çökmüş bir köşeye, bir yandan trompetine üflüyor (gitar çalmaz mıydı eskiden) bir yandan da açmış mendili önüne, dileniyor. Siz de işte böyle arada derede bir yerde, (statülerin esas alındığı) hayata gözlemci statüsüyle katılıp izliyorsunuz sadece.
Gelelim sadede.
Madem bireysel ölçekte yaşanan boyutuna yüklendik konunun, aynı ölçekten toplumsala açılan bir şekilde, mücadele ve örgütlülük var bir de. Dayanışma; eşitlik ve özgürlük arayışının peşinde. Mücadeleyle, dönem dönem ateşlenen dayanışma ve mücadele ruhuyla canlanıyor gibi oluyorsunuz ama… sistem hâlâ orada işte, tüm gücü, irili ufaklı aygıtları, medyası, başarı pompalaması ve dayatmaları da… ve sizdeki bu canlanma geçici mi acaba?
Yalandan sistemin dışında kalmaya çabalamak değil mesele, sistemin dışına gerçekten nasıl çıkılır, sistem nasıl aşılır, onun mücadelesini vermek. Yükselen insanla birlikte ufkun genişlemesi belki de…
Ölçeği büyütüp, bireyden ülkeye geçip, verili dünya konjonktüründeki “ülkeler”in durumuna bakalım kısaca bir de. Komşudaki “Oxi”, bir meydan okuma değil mi şu güçlü sisteme karşı şimdi? Nefes deliği ya da oxijen; şu soluduğumuz ağır neoliberal havada? Her ne kadar ana öznesinin ufku, sistemi tam olarak aşamasa da, bir itiraz, “oyunun (bağzı) kuralları”na? “Biz Hayır Diyoruz” abi… kısa zaman önce kaybettiğimiz Eduardo Galeano’nun o güzel kitabının ismi gibi.
Ölçeği aynı tutup, gözlerimizi ve yüreğimizi Türkiye’ye çevirip bitirelim en iyisi:
“Gezi”, başka özelliklerinin/erdemlerinin yanı sıra, kaybeden ruh halini parçalayıp dağıttığı, dayanışmayla birlikte ufku genişlettiği, sistemin dışına gerçekten çıkılabileceğini gösterdiği için de çok önemli değil mi(ydi)?..