Karşı hegemonya

Dün sabah bilgisayarın başına oturduğumda Tanıl Bora’nın kaleme aldığı Hegemonya başlıklı bir yazıya denk geldim. Yayınlandığı siteye baktım: Birikim; yazarı da Birikim Dergisi Yayın Koordinatörü olunca, saflığıma veriniz; önce umutlandım.

İlk satırlarını okurken şöyle bir beklentiydi benimki: “AKP hegemonyasının en çok da ideolojik düzeyde yeniden üretilmesini sağlayan; ona “statüko, askeri vesayet, merkezin otoriter güçleri” karşısında demokrat ve hatta devrimci roller yükleyen; diktanın böyle inşa edilmesine başından beri ideolojik harç taşıyan bir düşünce odağı olarak bir özeleştiri vermek istedik.” Evet, bu satırları görmek istedim.

Ya da belki şuydu okumak istediğim: “Birikim olarak hegemonya ve AKP hegemonyasının yeniden üretilmesi bahsinde söz üretmeye başlarken önce şunları belirtmeliyiz; 2002’de AKP’nin seçimleri kazanmasından sonra Muhafazakar Demokrat Devrim başlıklı bir sayı yaptık;  ilk yıllarında AB özgürlükçülüğü söylemi üzerinden bu hegemonyanın “sol”dan ideolojik gıdasını hiç eksik bırakmadık, solda bu yanılsamaya; AKP hegemonyasına, dikta inşasına giden sürecin “sol”dan meşrulaştırılması görevine esaslı katkı yaptık; bunu da geçtik; 12 Eylül 2010 referandumunda Türkiye’nin burjuva demokratik devrimini tamamlamak üzere olduğu için, “yetmediği için” değil; “devrimci” olduğu için Evet kampanyasında AKP hegemonyasına ideolojik harç sunduk; bu hegemonyanın üretilmesinde; ideolojik olarak tesisinde ciddi payımız, hatamız var” tarzında bir açıklama, özeleştiri bekledim. Saflığıma verin, affedin. Başlık hegemonya, öznesi AKP, yazarı da Birikim Yayın Koordinatörü olunca bir anlık boş bulundum.

Şaka bir yana; bu yazıda meselem Tanıl Bey değil; Tanıl Bey’i tanırım; insani olarak selamlaşmışlığımız, Ankara’da sohbet etmişliğimiz vardır. Hoş sohbet, üretken ve nazik bir insandır. Kişisel algılanmasını istemem. AKP’nin hegemonyasının yeniden üretilmesiyle ilgili bir tartışma Birikim sayfalarından açılıyorsa ve bu tartışmayı derginin Yayın Koordinatörü yürütüyorsa orada mesele zaten kişisel değildir; bir ideolojik cenahın saptamasıyla karşı karşıya olduğumuz açık. Eleştirim her şeyden önce bu nedenle kişilere değil; temsil ettikleri ideolojik – siyasal konumlanmaya ve hatta bu konumlanmanın AKP’nin hegemonyadan diktatörlük aşamasına doğru geçişte oynadığı rolü hiç olmamış gibi geçiştirerek hegemonya bahsinde eleştirel konuma yerleşmesinedir.

Bu kaydı düşerek başlayayım. Çünkü yazıda itiraz ettiğim birkaç nokta var.  Önce katıldığım yeri belirteyim: Evet, hegemonya karşıtlarını kendi dilinle, kendi tartışma gündeminle, sınırlarını senin belirlediğin bir sahada mücadeleye sıkıştırman halinde yeniden üretilir. Bu tartışmasız. Fakat hegemonyanın yeniden üretilmesinin tek koşulu bu olmadığı gibi, karşıt bir hegemonyanın üretilememesinin nedeni de sadece bu olamaz. Zira yazıda genelde hegemonya, özelde AKP hegemonyasının örgütlenmesi “maddi bir süreç” olarak görülmüyor, “söylem”e, “ideolojik rıza”ya indirgeniyor.

Dolayısıyla, katılmadığım kısımlara geleyim. Önce bir alıntı, yazının bir yerinde anti-AKP konumun AKP hegemonyasını yeniden ürettiğini ima ediyor Tanıl Bey, şöyle ki: “Lakin bu reaksiyonlarda da arka planda bir hegemonya jeneratörünün vınlamasını işitmiyor musunuz? Muktedirin provokatif sözleriyle inatlaşmaya talimli zihinler, iktidarın zihniyet dünyasına kısılıp kalmazlar mı?  “Anti”cilik, iktidarın ağzına bakar hale getirmez, tabiliğe sürüklemez mi?”

Bu bakışı pek de es geçmemek, tartışmak gerekiyor. Evet, muhalefet hattı AKP’yi sınıfsal karakteriyle okumalı; iktidar bloğunu bu çerçevede yorumlamalı; tarihsel olarak bugün gelinen noktada da AKP bir sonuç olarak ele alınmalı. Tanıl Bey’e Birikim çevresinin AKP’ye hiç böyle bakmadığını hatırlatarak; merkez-çevre; askeri-sivil vesayet güçleri karşısında kim yer alıyorsa ona “sınıflar”dan azade bir demokratlık atfeden siyaset okumasının eleştirisiyle başlamasını da önererek elbette. Fakat bu “anti” söylemin eleştirisinde başka bir şey daha var. 12 yıllık AKP döneminde Türkiye liberal sol ideoloji dünyasının bakışını ve siyasal/konjonktürel tavırlarını bana kalırsa hep bu analiz belirledi. “AKP gıcıklığı yapmayın, iyi şeyler yaptığında onaylayın, niyet okumayın, demokratikleşme yolunda adımlar atıyorsa “anti”cilik yapmayın, destekleyin ki; oradan uzaklaştığında eleştirebilecek meşruluğunuz olsun” bakışı bu. 12 Eylül 2010 referandumunda ortaya atılan Yetmez Ama Evet tercihi tam da böyle bir ideolojik pusulanın ürünüydü. AKP’yi inşa etmek istediği uzun vadeli siyasal-toplumsal düzenden kopuk; konjonktürel kazanımlar ekseninde okuyan; kendi demokrasi ve özgürlük perspektifini onun makro hegemonya sahası içinde eriten ve o hegemonyanın inşasına katkı verirken hep “anti” konumdan uzak kalmayı seçen bir siyasal pozisyondu bu. Bu açıdan Tanıl Bey’in “anti” alana sıkışmama önerisine kesinlikle katılmakla birlikte; Birikim gibi ideolojik yeniden üretim çevrelerinin AKP devrinde “anti-AKP” konumun eleştirisi üzerinden kendisine “sol” alan açtığını da hatırlatmak görev gibi geliyor burada.

Diğer bir mesele; “hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu?” cümlesinde saklı.  Tanıl Bey “kendi hikayemizi yazmak”tan söz ediyor. Kim itiraz edebilir ki? Buraya kadar tamam. Peki tamam olmayan ne?

Tamam olmayan şey şu: Hala şöyle bir yerde duruluyor kanımca: “AKP’nin ya da “muktedir”in yaptığı şey aslında gündem oluşturmaktır; biz bu gündemin içinden konuşmayalım; karşı hegemonya için kendi hikayemizi yazalım.” Bu bakışın temel sorunu; AKP’nin ağır dinci-diktacı ve yağmacı saldırılarıyla birleşen gündeminin önemsizleştirilmesi.  Türkiye’nin iyi-kötü 200 yıllık modernleşme tarihinin yurttaşlık adına, laiklik adına ve asgari katılım adına hangi kanalı ya da mecrası varsa yukarıdan aşağıya tasfiye edilirken; bu gündem hafta başındaki Din Şurası’nda Erdoğan tarafından “defanstan ofansa” biçiminde en tepeden ilan edilmişken “kendi hikayemizi yazalım”, “bunları görmeyelim” ifadelerinden yükselen; iyi niyet yüklü temennilerin ötesine geçmeyen; gerçeklikle ve “nasıl”la, hayatın dayattığı somut ihtiyaçlarla bağını bir türlü oluşturamayıp sözünü orada kesen yaklaşımlar da tarihdışı ve siyasetdışı kalmaya mahkum. Hegemonyayı doğru teşhis edemeyen bakıştan; saldırının karakterini netleştiremeyen perspektiften karşı hegemonya önerisi de somut olarak bu yüzden çıkamıyor. “Kendi hikayemizi yazalım” temennisinin ötesine bu yüzden geçilemiyor; Ermenekli Recep Amca’nın, anaokulundan itibaren dinciliğe teslim edilecek olan Ayşe’nin, Fatma’nın; ağır baskılarla mücadeleyi kendi gündem sıralamasının başına yerleştirmiş Ali’nin, Hüseyin’in somut ihtiyaçları; direnme ve saldırıyı püskürtme yönündeki acil ihtiyaçları içinden konuşamıyor. Ağır yağma, işçi ölümleri, dincileşme ve dikta saldırısı bu; kendi hikayemiz bunun dışından yazılmayacak; aksine “anlatılan senin hikayendir.” Anlatılan bizim hikayemizdir.

Burada hala AKP’nin yapay gündemler yarattığı; bu gündemler üzerinden karşıtlarını kutuplaştırdığı yönünde bir “alt mesaj” da var. İşin bir boyutu budur; fakat bununla sınırlı değil. Mesele bugün hiçbir saldırıya gündem değiştirme gözlüğü ile bakmamak ve her saldırıyı bu bütünlüklü, örgütlü saldırı içinden anlamlandırmakta. Ve ona yanıt üretmekten, öfkelenmekten dolayı çalınmıyor enerjimiz; bu öfkeyi kurucu bir seçeneğe dönüştürecek örgütlenmelerden yoksun olduğumuz için; saldıranlar örgütlü; saldırı altındakiler örgütsüz olduğu için çalınıyor.

Dediğim gibi; Tanıl Bey “muktedir”in sözleri üzerinden gelişen öfkenin, tepkinin enerji çaldığını belirtiyor; karşı hegemonyanın inşasında engele dönüştüğünü ima ediyor. Buna da iki itirazım var.  Baskı dönemlerinin özelliğidir; “baskılanmış siyasallıklar” böyle dönemlerde açığa çıkar. Rejimin sınıfsal, ideolojik ve siyasal temsiliyetini kendi şahsında toplayan bir kişinin her saldırısı; sözü, kini karşısında öfke biriktirmek AKP hegemonyasına harç taşıyorsa; o öfkenin en sonunda nasıl olup da Gezi/Haziran Ayaklanmasına yol açtığı; muktedire duyulan öfkenin nasıl bir karşı hegemonya imkanı yarattığı ve bu direnişin AKP hegemonyasında nasıl gedikler açtığı da pek anlaşılamamış demektir. Boğazımıza her gün bastıran, her gün kürsüden halka saldıran, küfreden bir “muktedir”in kemiğe dayadığı bıçaktır Gezi’ye yol açan; o saldırıyla hesaplaşmama, o öfkeyi ciddiye almama hali olsaydı; Türkiye tarihinin en görkemli halk ayaklanmasına tanık olmayacaktık büyük olasılıkla. AKP’nin eskisi gibi “hegemonik” yönetememesi, Gezi’den sonra hiçbir şeyin aynı olmaması; AKP’nin zora dayalı yönetme, sopayla yönetme dışında seçeneksiz kalması tam da bu öfke sayesindedir. AKP hegemonyasına güç veren değil, sarsan şeydir o enerji.

Gündelik, toplumsal ve siyasal hayatın her alanına bir ahtapot gibi yayılmak isteyen; bu anlamda klasik bir siyasal partiyi ve onun gündemini aşan bir iktidar tasarımı karşısında öfke Soma’da, Ermenek’te sınıfsallaşır; Din Şurası’nda laikleşir ve yurttaşlaşır; ortak alanlarını savunurken de Haziranlaşır. Saldırıya barikat; saldırıyı geldiği yerde durdurma ve geriletme görevini önüne koymayan bir “karşı hegemonya” projesi ise; AKP hegemonyası içinde yeniden erimeye mahkum. Bu nedenle “anti” konum karşı hegemonya için zorunludur; ancak yetersizdir. Yoksa karşı hegemonyanın önündeki engel değildir. Tarihsel olarak AKP hegemonyasını üreten de ona karşı “anti” konumlanışlar değil; “anti” olmamayı seçen, onun dili, hegemonya projesi ve projeksiyonu içinden konuşanlardır; konuyu saptırmaya gerek yok sanırım. AKP’yi ve saldırılarını her alanda geriletecek bir örgütlenmeye; direnme seçeneğine yönelmeyen bir öfke ise “enerjisi çalınmış” halde kendi etrafında turlamayı sürdürecek. O halde net olarak belirtmek gerek; bugün kendi hikayemizi yazmanın yolu; AKP’nin hikayesine karşı her saldırı alanında barikat yükseltmek; saldırıları birlikte geriletmekten geçiyor. Bu konumlanıştan geçmeyen her bakış, AKP’yi sıradanlaştırdığı gibi kendisini de sahnenin dışına atıyor.

Dolayısıyla AKP’ye “anti” kaldığımız; kendi gündemimizi kuramadığımız, onun gündemi içinden konuştuğumuz için onun hegemonyasını ürettiğimiz iddiası doğru değil; karşı hegemonya AKP’ye ve onun temsil ettiği yağmacı, dinci, diktacı karaktere “anti” olduğumuz, öfke duyduğumuz için değil; buradan yükselen öfkeden bir kurucu örgütlü seçenek çıkaramadığımız; saldıranlar örgütlüyken saldırı altındaki milyonlar örgütsüz olduğu için kurulamıyor. Gramsci’den söz ediyoruz; yaşamını teoriyle pratiğin birliğine adamış; daima örgütlü olmuş ve hegemonya olgusunu da, karşıt hegemonya olgusunu da örgütlü seçenekler üzerinden tartışmış bir isimden. Bugün bir karşı hegemonya kurulamıyorsa; bu AKP’nin temsil ettiklerine “anti” olmamızdan değil; bu “anti”nin içindeki öfke enerjisinden kurucu bir direnme ve yönetme seçeneğini henüz örgütleyemememizdendir biraz da.

Kaldı ki hegemonya sadece “gündem” değildir; karşı hegemonya da öyle. Zorun, zorlamanın rolü es geçilemez. Dikta dönemlerini sadece ideolojik rıza/ikna süreçleri üzerinden tartışmak; zorun/baskının görünür rolünü silikleştirmek de AKP’yi sıradan bir “burjuva demokrasisi” içinde siyaset eyleyen partiye indirgemiyor mu sahi?

Özcesi: Tanıl Bey’in dikta dönemlerine özgü siyasal yapılanmalar karşısında önerdiği pozisyon, kendisinin niyeti böyledir ya da değildir, AKP’yi sıradanlaştırmaya, sıradan bir merkez parti düzeyine indirmeye yarıyor. Şöyle bir şey düşünebiliyor muyuz? Almanya’da Hitler diktası inşa ediliyor; bir aydın çıkıyor: “onun söylemine öfke duymayın, gündem yapmayın, hegemonyasını üretirsiniz, kendi hikayenizi yazın”. Ya da Gramsci’yi düşünelim; Mussolini faşizminin zindanlarından Hapishane Defterleri’ne şöyle notlar aldığını: “faşizm gündem oluşturmak istiyor; onun gündemini ciddiye almayalım, kendi hikayemizi yazalım”. Elbette imkansızdır. O hikaye bu diktaya ya da faşizan gidişe karşı yapılacakların tartışılması üzerinden yazıldı, yazılacak. Bugün yazılacak “hikaye”; AKP diktasını, yağmasını ve dinci saldırıyı püskürtecek bir gündem maddesini merkeze almadan, bunun için örgütlü bir seçenek yaratmadan, o saldırılardan türeyen öfkeyi bir kurucu enerji imkanı olarak görmeden iki paragraf ilerleyemez.

@denizyildirim79