“Karanlık Odaya Doğru” adlı denemesinde şöyle yazmış J.M. Coetzee: “Karanlık bir odanın kapısında bekliyordur romancı; ya darbeler inerken gözünü başka yere çevirecektir ya da görmesi yasaklanan sahnenin, odadakiler dışında kimsenin ulaşamayacağı korkunç gerçeğin temsilini üretecektir.”
Friedrich Hölderlin, karanlık odalarda olan biten karşısında ne yazılabileceğine, toplumsal yıkım durumunda sanatçının ne yapabileceğine kısa bir soruyla bakmış Coetzee’den epey evvelce: “Yıkım zamanında şairler ne işe yarar?” diye.
Apartheid tanığı Coetzee’nin de soruları olmuş tabii; “Sesini yitirmişlerin bu dünyadaki yankısı olabilir mi edebiyat?” diye sorgulamış mesela.
Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” makalesinin merkezine yerleştirmeye çalışmış bu “yankı” kavramını: “Artık susmuş olanların yankısı” diye.
Theodor Adorno, önce, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” dese de, sonra “Bununla o dönemde üretilen kültürün kofluğuna işaret etmek istiyordum” gibi yan yollar bulmuş kendisine. Her neyse...
Bütün bu alıntı ve anıştırmaları, Nurdan Gürbilek’in yeni kitabı “Sessizin Payı”ndaki son denemeden, “Orpheus Çıkmazı, Yazı Neyi Kurtarır”dan aldım.
Hep o “çıkmaz”da ve bir şeyleri “kurtarma çabası”nda değil miyiz bugünlerde? Kayıplarımız bu denli çoğalmışken, onların seslerini yankılama ve duyurma derdinde. Neyi nasıl yazacağını, gerçekleri kime nasıl anlatacağını bulmanın hayli zor olduğu bir dönemde...
Başka bir kitaba geçiyoruz, yazarın aklını yine aynı sorun alanının kurcaladığını görüyoruz. “Bir yerde bir zulüm varsa onu da anlatmak lazım” diyor 33 Kurşun’un ozanı Ahmed Arif, “Kalbim Dinamit Kuyusu” adlı nehir şöyleşisinde. Sonra Dadaloğlu’nu örnek veriyor:
“Yarsuvat’ta olan biten işleri
Kalan sağlar benden sorar, ne diyim?”
Ne diyelim, bizden sormayacaklar mı şu anda olup biten işleri? Anlatıcı olmak, tanık olmak, bellek olmak, insan olmak, ses vermek… önemli!
Ortada büyük yıkımlar, katliamlar, kıyımlar varken; zulüm tepeye tırmanmışken, ne yapacak ki zaten yazar çizer kişi? Ne anlatacak, nasıl anlatacak?
Sessizlik suikastından, “karanlık odanın kapısında gözünü başka yana çevirmek”ten, olanı biteni görmezden gelmekten yana çıkanlar olmayacaktır herhalde. Olmaz! Peki, anlatma derdi olanların, hızla anlatayım derken savruklaşmasından ya da “o kültürün kofluğundan”; destanlaştırayım derken ölümü estetize etmesinden; acı ve sıkıntıları paylaşayım derken arabesk kalmasından; öfkesini paylaşıyım derken aslında harekete geçirmesi gerekenleri kırıp dökmesinden vb. nasıl uzak durulacak? Sürekli vicdana seslenmenin, merhamet etrafında dolanıp, “Sessiz kalmayın!” diye haykırmanın da sınırları var. Gerçek bir harekete geçirici güç nasıl ortaya çıkar peki? Yazı eyleme nasıl yaklaşır? Etkili bir ses nasıl çıkarılır?
Birlikte yahut tek başına... Gezi’nin ardından, Gezi’yi bir şekilde sürdüren “duran adam” eylemi hafızalarda. İlla bir arada olması gerekmiyor yani. Doğru zamanda, farklı, yaratıcı, uyarıcı bir niteliği ortaya koyabilmek önemli. Tek kişi verilen bir tepki de çok etkili olabiliyor gerektiğinde.
Anlatmak, sürekli anlatmak ama anlatırken uyarıcı olabilmek gerekli. Kendi sesinde, kendi çevrende tıkanmadan, boğulmadan anlatabilmek. Başkalarını düşünmeye ve harekete geçmeye teşvik etmeyen, ufuk açıcı, sarsıcı vb. hiçbir sahici etkisi olmadan, aynı şeyleri aynı platformlarda tekrar edip durmanın gücü ise hayli sınırlı.
Peki ya, uyarıcı etkinin içeriği? Uzaktakinin yakın olduğunu anlatmak her şey den önce. “Oradaki”nin, “orada olan”ın - şu anda olmasa da -mutlaka “burada” da olduğunu/olacağını göstermek. “Karanlık oda” bugün biraz uzaklarda görünse bile aslında yarın hemen buradaki odaların da kararacağını fark ettirmek. “Tehdit etmek” bu anlamda belki! Daha doğrusu tehdidin güncelliğini anlatmak. Güya “ona dokunmadığında” bin yıl yaşayacak yılanın, ona da dokunmasının zorunlu olduğunu hissettirmek. Ve tabii karanlık ya da aydınlık; çocukları öldürmenin hiçbir “mantıklı” açıklaması olmayacağını.
Neyi anlattığınız kadar, nasıl anlattığınız, anlatımın şiddeti ve kimin anlattığı da çoğunlukla önemli. Popüler isimlerin halk üzerindeki etkisi daha farklı mesela. Geniş kesimler üzerinde etkisi olan insanların gerçekleri etkili biçimde anlatmaları için onları zorlamak gerekli. Zihni uyarmada, ağıtın etkisi başka, mizahın etkisi başka mesela. Doğru anda, uygun kıvamda. Yeni, yaratıcı biçimler sergileyebilmek de bir o kadar önemli. “Burada da olacak” tehdidini, belki harekete geçirici bir “korku”ya doğru geliştirebilmek! Uyarıcılığın dozunu artırmak yani...
Uzatmayalım daha fazla. Zamanında Hikmet Kıvılcımlı’nın söylediği ve kitabına başlık olarak da seçtiği şu sözü hatırlayıp bitirelim şimdi: “Uyarmak için uyanmalı uyanmak için uyarmalı”...