Siyasal tabloyu en iyi anlatabilecek kelimenin “dağılma” olduğunu düşünüyorum. Muhalefet partilerinde de benzer bir süreçten söz edilebilir ama asıl olarak dağılma ya da parçalanma iktidar blokundadır. Üstelik bu parçalanma dışarıdan yöneltilen eleştiriler, sert saldırılar nedeniyle de olmadı; parçalanmanın kaynağı içerisidir. Belki dağılma parçalanma olgusunun nedeni sistemin sıkışmışlığı, ekonomik krizin üstesinden gelmenin artık imkansızlaşmış, salgının da kapıları iyice kapatmış olmasıdır. Ama belki de uzun sürmüş iktidar döneminin “metal yorgunluğudur.” Belki de iktidarın, sürekliliği güvence almak için sistemi değiştirmiş partili başkanlık sistemine geçmiş, yeni rejimin her geçen gün biraz daha otoriterleşme eğilimi gösteren yapısının gerçekleşmesi olanaksız sürekliliği, aldatıcı bir gücü hayal etmiş olmasıdır. Bir başka önemli çelişki de iktidar partisini güçten düşürüyor olabilir; dağılmayı durdurmak önlemek, parti tabanını yitirmemek için dinin dogmatik yorumlarına boyun eğme zorunluluğu ile modernitenin en geniş anlamıyla yaşam tarzında somutlaşan kültürel birikiminden, bilimsel gelişmeye uzanan karşı konulmaz varlığı arasındaki çelişki de yıkıcı dağıtıcı bir etki yapıyordur belki de. Muhtemeldir ki bunların tümü dağılmanın nedenidir. İlginç bir şekilde bir araya gelmiş bu faktörlerin bir parçalamaya, dağılmaya yol açması kaçınılmazdı, kaçınılamadı da zaten.
DAHA NELER OLACAK?
Anlatılan nedenlerle, gözle görünecek kadar somut, zamana yayılmış bir şekilde güç yitiren iktidar partisine son günlerde peş peşe inen darbeler nasıl sonuçlanır bilinmez ama adeta netice almayı hedefliyor gibidir. İktidar partisinin gerçeği bilmekle birlikte dış güçlerin uluslararası çevrelerin saldırısı olarak tarif etmeyi uygun bulduğu darbelerin gerçek kaynağı, daralan kaynakların ve siyasi yetkilerin daha önce olduğu gibi dağıtılamıyor olmasıdır. Doğrudan iktidara yöneltilen saldırıların en medyatik olanı, epeyce “teşrik-i mesaide” bulunulmuş, birlikte çalışılmış bir suç örgütü liderinden geliyor olması, parçalanmanın böylece su yüzüne çıkması, yolsuzluklar üzerinden şekillenmesi, daha da genişleyeceğini, siyasal sonuçlarından kaçınmanın da mümkün olmadığını gösteriyor. Bu saldırı daha önceki Parti - Cemaat çatışmasına benzemiyor. FETÖ darbe girişiminin bastırılması ile güçlenen “artık her şeyi yapabiliriz” anlayışının toplumsal muhalefete, gençlere, kadın hareketine, akademiye, kültür dünyasına yönelmesi sert bir tepki karşılaştı. Sis perdesi dağılınca rakipsizliğin gerçeği yansıtmadığı görüldü.Tamam, ekonomik sıkıntıları yaşayan toplumsal, sıkıntıyı iyi sergileyen siyasi muhalefet de güçleniyor olabilir ama sözünü ettiğimiz güçlü saldırı muhalefetten gelmedi. Muhalefet durumu anlamaya çalışıyor, bu kaçınılmaz saflaşmada ne yapacağını tam bilemiyor. Beklese mi, olmayan meşruiyetin sanal duvarını yıkıp geçse mi, toplumsal muhalefeti örgütlemeye mi çalışsa, “demokratikleşme, özgürlük, hukuk” amacında geniş bir cephe arayışına mı girişse bilemiyor. Ama yine de iktidarın kendini koruyamadığı parçalanmışlık, dağılma; muhalefet tarafında ise dağınık olanın toplanması şeklinde kendini gösteriyor.
Dağılma iktidardan kaçış eğilimini de hızlandırdı; ihbarlar birbirini izliyor, İktidarın da safralardan kurtulma çabasına girişeceği anlaşılıyor. Safralardan kurtulmak için itirazcıları davaya ihanet etmekle suçlayabilmek, bunun için de muhalefeti sert eleştirmenin ötesinde diskalifiye etmenin yollarını gündeme getirmek gerekecektir. Bu, bir anlamda blöf yaparak sonuç alma girişimi olacaktır. Ama güçlü ya da güçsüz kılıçlar çekildiyse kavga kaçınılmaz olur, tüfek birinci perdede duvara asıldıysa oyun sona ermeden önce mutlaka patlar.
Demek ki önümüzdeki dönemde tarafların tüm kozlarını paylaşacakları, şimdikinden daha sert bir siyasi kavga, muhtemeldir ki toplumsal muhalefeti de ya kavganın siyasi niteliğini görme ya da ortaya çıkacak kaotik ortamda yenilgiyi kabul etme ikilemiyle karşı karşıya bırakacak. Ne olacak o zaman? Muhalefet, birlikte hareket etmenin sinyallerini eski zamanlara göre daha çok veren, somut adımlar atmaya başlayan sosyalistler ne yapacak? Muhtemel bir iktidar değişiminin sonrasında Türkiye’de neler olabilir? Bu sorulara şimdiden yanıt vermek mümkün mü? Genel çerçeve, dünyanın hali, genel gidiş ne gösteriyor?
Neler olabileceğini öngörmek için hayalci ya da mücadeleci iyimserlerle, doğuştan ya da nesnelliğe aşırı pirim veren karamsarların, zaman zaman umutlarını yitirenlerin yazdıklarına çizdiklerine bakmakta yarar var.
GERÇEĞİN SUYU MU ÇIKTI?
Ama insan önce kendi pozisyonunu söyleyerek işe girişmeli; iflah olmaz karamsarlıkla hayallerden vazgeçemeyen iyimserlik arasında gidip gelenlerdenim ben. İkisi birden nasıl oluyormuş derseniz, gerçekçilik böyle bir şeydir diyeceğim ben de size.
Her zaman değil, her yazısında değil, ama son yazısında (Yeni bir Modernite mi?) epeyce yukarıdan yani gerçekten bakılması gereken yerden bakarak durumu değerlendiren sevgili Ergin Yıldızoğlu karamsar bir tablo çiziyor. “Son yıllarda siyasi, ekonomik, teknolojik süreçlerdeki hızlanma, aklıma ‘yeni bir modernite (karanlık yüzüyle birlikte) mi’ sorusunu getirdi” diyor. Ergin “Elimizdeki akıllı telefonun içindeki bilgisayara, internet ve yapay zekâyı, ‘büyük veri’nin getirdiklerini; insan aklının sınırlarını zorlayan kuantum teorisini, kuantum bilgisayarını ekledik mi, yeni bir ‘dünyanın’ kapısından içeri girmekte olduğumuzu göreceğiz” diye anlatıyor yeni moderniteyi. Her ne kadar postmodern söylemi andıran bu sözler beni ürkütse de biliyorum ki Ergin postmodernizmin sağlam eleştirmenlerindendir. Bu hızla eskiyen “yeni” dünyayı iyimser yorumlamak da mümkündür ama Ergin gerçekçi bir gözle bakıyor ve “Bu yeni dünya, diyor, gözetleme-denetleme-veri madenciliği kapitalizminin”, insansız hava araçlarının, kendi kendine karar verebilen savaş makinelerinin, hipersonik füzelerin, uzay yarışlarının, tekno-totaliterizmin, hatta Yeni Faşizmin dünyasıdır.”
Bundan sonrasını korku eşliğinde izlemek ve tahmin etmek güç değil, çünkü bu tablonun karşısında hiç bir muhalif güç bulunmuyor. “Teknolojik gelişmelerin yönünü belirleyen, küresel ısınmaya, virüslere karşı mücadeleyi kâr öncelikleriyle sabote etmeye devam eden kapitalizmi, bugün yeni ve insanın gereksinimlerine daha uygun bir üretim tarzıyla değiştirerek bir ‘Yeni Modernite’yi şekillendirecek’ siyasi irade yoktur.”
Karamsarlığın dip noktasındayız. Ama ben iflah olmaz bir iyimser olarak Ergin’in aslında çıkış yolunu tersten gösterdiğini düşünüyorum: “Sosyalistler, yeni teknolojilere, sınıf şekillenmelerine uyum sağlamak yerine, çoktan eskimiş bir modernitenin aklıyla hareket etmekte ısrar ettikçe de olmayacaktır.” Öyleyse sosyalistler ne yapacak? Onlar, eski moderniteyi terk etmeli, yeni teknolojilere sınıf şekillenmelerine uyum sağlamalı, çoktan eskimiş modernitenin aklıyla hareket etmekten vazgeçmeli. Pek güzel duruyor, ama ağır saldırı altındaki modernitenin aklını terk etmek ne demek bilemedim, yeni teknolojilere uyum sağlamak kolay da, sınıf şekillenmelerini açmakta yarar yok mu, çünkü epeyce eskimiş ve ne olduğu çoktan anlaşılmış “çokluk” teorilerini kast etmediği belliyse de bir çerçeve arıyor insan.
***
Devam öyleyse iyimserliğe; “kapitalizmi yeni ve insanın gereksinimlerine daha uygun bir üretim tarzıyla değiştirme” hedefimizden vazgeçmedikse gerekli siyasi iradeyi neden oluşturamayalım ki. Evet, burjuva modernitesi iflas etti, tıkandı, yaşadığımız modernite ile hiç bir ilişkisi kalmadı onun. Ama bundan sonra ancak Ergin’in dediği gibi yeni bir modernite anlayışı ile sosyalizmin ışığında büyüyecek bir modernite ile insanlık kendine gelebilir. Ergin, ne yapılması gerektiğini anlatmaya çalışıyor, “böyle bir siyasi irade yok” derken, tam da toplumsal muhalefetin kendini gösterme işaretleri verdiği, Türkiye’de siyasal dağılmanın ve toparlanmanın kendini gösterdiği bir zamanda neden yok, neden olmasın ki demek istiyor. Ya da ben öyle anladım…
Ama niyet okumak da neyin nesi, ben kendi karamsar iyimserliğime dönüp hayal kurmaya devam etsem daha iyi olmaz mı?