İş işten geçti mi, Cumhuriyet öldü mü?

Öyleyse laik cumhuriyeti, kazanımları, demokratik hakları, geleceği savunmak, karanlığa boyun eğmemek, yılgınlığa kapılmamak, susmamak yalnızca görev değil, zorunluluktur.

Hayır diye başlayayım da bu yazının temel tezinin umutsuzluğa karşı çıkmak olduğu anlaşılsın. Hayır geçmedi, cumhuriyet ölmedi, çünkü tarih mücadele tarihidir. Türkiye’de şeriatçıların son zamanlarda iyice köpeksiz köyde değneksiz gezmeye başladıkları, çocuklara saldıracak kadar azdıkları, 5-6 yaşında bebeleri imam nikahıyla evlendirdikleri doğrudur da cumhuriyet ve demokrasi düşmanlıkları yeni değil. İlk Meclis’te padişahlığı, halifeliği savunan İkinci Gurup etkiliydi. Bu etki o yılların jakoben siyaseti nedeniyle varlığını korusa da geri çekilmek zorunda kaldı.

27 Mayıs sonrası ordunun siyasi bir kuruma dönüşmesi, devlet denetiminde laikliğin aklın özgürlüğünü esas almayan tanımıyla yetinilmesi kazanımların savunulmasını zorlaştırdı. Anayasa’nın demokratik hakları genişletmesi, sol hareketleri güçlendirdi ama bu dönem aynı zamanda tarikatların yeryüzüne çıkma çabalarının da yoğunlaştığı dönem oldu.

Solu yok etmeyi misyon edinen 80 darbesi Türk İslam sentezinin koruyucusu oldu. TCK 163. Madde’nin iptali ile de tarikatların önü iyice açıldı. Erbakan’ın partisi Meclis’e girdi. Koalisyonları zorunlu kılan dengeler, Ecevit’in başbakanlığında ısrarla savunulan “tarihsel uzlaşma” politikası, siyasal İslamcı akımların meşruiyet kazanmasının, iktidar ortaklığının yolunu açtı.

***

Kimliğini AB yandaşlığı ile gizlemeyi başaran AKP’nin öncelikli hedefi, laiklik savunuculuğunu görevinin bir parçası olarak gören bürokrasiyi tasfiye etmek oldu. İkinci adım yargıyı temizlemekti. Bu süreç, devlet içinde, bürokraside, orduda, poliste, yargıda güçlenen, liberallerin eylemli desteğini alan Fethullah Cemaati’nin katkısıyla, ünlü Ergenekon davalarıyla tamamlandı.

Fethullah örgütünün kanlı darbe girişimi sonrası AKP, yakaladığı bu fırsatı solu, akademiyi, siyaseti tasfiye ederek kullandı; artık Cumhuriyet’i sonlandırma aşamasına geldiği kanısındadır. Eğitimde zorunlu din dersi, imam hatipleşme yaygınlaştırıldı, eğitimde egemen hale geldi; tarikatların şeriat ilan edilmiş gibi davranmaya başlamaları, siyasal iktidardan destek görmeleri, muhalefetin güçsüz çıkışları da bu gelişmeyi kolaylaştırdı.

***

Şimdi liberallerin evvel eski hayal ettikleri ve birincisinin iflas ettiğini, sıranın ikincisinde olduğunu ilan ettikleri Cumhuriyet’in şeriata evrildiği bundan böyle “İslam Cumhuriyeti” döneminin başlayacağı, başladığı söylenir oldu. Liberaller şimdi karşı karşıya kalınan durumu ürküntüyle karşılıyor, artık AKP’ye destek vermediklerini söylüyorlar, ama temel tezlerini gözden geçirmeye de yanaşmıyorlar. Temel tezlerinin ana çizgisi siyasal gelişmelere tarihsel bakmayı bir türlü kabul edemeyen tuhaf bir akademik yaklaşımdır; Kurtuluş’a bir şey diyemiyorlarsa da Kuruluş’a çok bilimsel görünen, entelektüel boyalı “Cumhuriyet baştan diktatörlüktü” tezidir. Var olan sol, demokrat ya da tek adam rejiminden kaygı duydukları için muhalefete geçen siyasal güçlere de pek karışık, iç tutarlılığı olmayan bir eleştiriyle tavır alıyorlar.

Belki kimi arkadaşların “cumhuriyet bitti” iddiasını doğru bulması, “yanlışı çoktu, ufku kapalıydı, artık eskidi, savunmak gerekmez” türünden yakınmaları da bu tezlere, değerlendirmelere dayanıyordur. Ama tarihi yapanların hangi koşullarda mücadele ettiklerini, sınıfsal konumlarını, hangi koşullarda tarih yaptıklarını bilmek gerektiğini anlatan yöntemsel uyarının gerçekçi, bu nedenle devrimci olduğunu, geleceğe ışık tuttuğunu unutmamak gerekmez mi? Bugün de koşulları bilmek ve alt etmenin yollarını arayıp bulmak gerekmiyor mu?

***

Yılgınlığı besleyen iddiaların, Cumhuriyet’in bu kadar kolay alt edilebileceği ya da edilebildiği kolaycılığının irdelenmesi gerekiyor. Sosyalistler arasında da bu iddiayı içtenlikle tartışanlar ya da tartışmasız kabul edenler, bugünün görevlerini geleceğe bırakanlar var. Oysa mevzileri kolayca savaşmadan terk etmek doğru değildir; örneğin, yargı denetim altına alınmış olsa da, sivil hukuk sistemi, ki ulusal devletin bir tezahürüdür, “mülkiyete dayalıdır burjuva hukukudur” demeyecekseniz, henüz değiştirilemedi; Medeni Hukuk da pratikte hırpalanmış olsa da yasallığını koruyor; yanlış kurgulanmış olsa da laiklik savunucuları hâlâ direniyor; en önemlisi Türkiye’nin bir İslam cumhuriyeti olmasına itiraz edenlerin kapsamı genişledi, niceliksel, kitlesel gücü yok edilemedi.

Yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzemek istemiyorsak, su kaynamadan kazanı, parlak görünebilir ama “haydi sıfırdan başlayalım” bakış açısını terk etmekte yarar var. Demokratik Cumhuriyeti savunanlar Meclis’te de, dışarıda da işlevli hale gelebiliyorlar; sol bir bütün olarak bu yolda gelişebiliyor, öyleyse onlara, laikliği savunmanın cumhuriyeti savunmak anlamı taşıdığını, solun temel değerlerinin ancak böyle savunulabileceğini gösterenlere destek olabilir, katılabiliriz.

***

Unutmamakta yarar var, gerileyerek gelecek kurulamaz. Sosyalist cumhuriyet, kazanımlar cumhuriyet düşmanlarına “alın sizin olsun” diye terk ederek kurulamaz. “İki adım ileri bir adım geri” zorunluluktan kaynaklanan bir strateji olabilir ama “iki adım geri bir adım ileri” bir strateji değil, yılgınlık ve teslimiyettir.

Teslimiyet, 6 yaşındaki bebeleri imam nikahıyla evlendirenlere, bu durumun doğal olduğunu savunanlara, tarikatlara onlara yol verenlere, takiyeci siyasetçilere teslimiyettir. Öyleyse laik cumhuriyeti, kazanımları, demokratik hakları, geleceği savunmak, karanlığa boyun eğmemek, yılgınlığa kapılmamak, susmamak yalnızca görev değil, zorunluluktur.