İlaçta taban fiyat…

Bu memlekette can sıkıntısına yer yok; zira kafayı meşgul edecek mevzu çok…

Hem de neye el atsan, diğerlerinin yanında, şimdi onun sırası mıydı (?) dedirten cinsten.

Malum, dün itibariyle yeni bir “taban fiyatı” uygulamasına ahali olarak şahit olduk.

Bu sefer ki de ilaçta taban fiyat.

Sadece şahit de değiliz; bundan böyle kefaretini de, hapı yutarak biz ödeyeceğiz.

Gerçi bu hapı yutma işinin doğası bu sefer biraz daha karışık. Zira hapın satın alınmasında, devlete olan maliyetinin, hasta ile devlet arasında kırıştırılmasıyla ilgili tek taraflı olarak icat olunan yeni bir yaptırımla karşı karşıyayız.

Taban fiyat işini eskiden beri biliriz. Ne ki bildiğimiz taban fiyat, vaktiyle çiftçinin ürününe ödenirdi. Tarım üreticilerinin korunmasını sağlayan bir tür devlet garantisiydi. Mahsulün iç ve dış piyasalarda çar çür olup aşırı dalgalanmalarla bedavaya gitmesini önleme adına, ilgili kamu idaresi, o ürünün daha aşağıya satılamayacağı bir fiyat ilân eder ve kendisi de teşvik olarak bu taban fiyattan alım yapardı. Yani biz gençliğimizde, radyodan falan, buğday, tütün, pamuk gibi ürünlerin taban fiyatlarına ilişkin haberler dinlerdik.

 Lâfı uzatmayalım; bugün ilaçta taban fiyat denilen uygulama başlangıcı ile beraber, anayasasında hala “sosyal devlet” yazan devletin kamu idaresinin, sosyallik işinden biraz daha sıyrılma gayretinin hangi aşamaya evrildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. 

Gerçi sağda solda şimdiye değin çok yazıldı. Orada burada feryat figan eden eczacıların sesi ortalıkta dolandı. Ama dikkati çekmedi. Ahaliden ise her hangi bir tepki gelmedi. Hoş neden gelsin ki, başına gelen her dert ve soysuzluğu, tevekküle karşılayan ve takdir-i ilahinin işi sanan memleket evlatları, bu yeni derdi de yaşayarak öğrenecek… Şimdi öğrenme işinde devlet yeni olanaklar sunuyor; artık her gün tecrübe etme günleri başlıyor…

Efendim sorun şudur!

Memleketimizde, her kapitalist ülkede olduğu üzere ilacın üretim işi özel şirketlerin elindedir. Bu şirketler “Hilal-i Ahmer” (Kızılay) Cemiyeti değildir. Yani pir aşkına, vatandaşa yardım ve sevaba çalışacak kurumlar değildir. Öyleyse nedir? Ürettiklerini satacaklar ve kâr da edeceklerdir. Kâr etme meselesi iktisat sisteminin olmazsa olmazıdır; hiç vazgeçilemeyecek başlıca kırmızı hattıdır. Onları kim suçlayabilir ki; zira işin naturası budur; böyledir.

Devlet denilen aygıt, sermaye denilen sistemin egemenliğindedir. Öyleyse, her türlü uygulama ve işletme aparatını içinde barındıran bu örgüt, bir yandan velinimetinin serpilip gelişmesine olanak sağlayacak düzenlemeleri yapacak; bir yandan da bu sistemin bir parçası olan ahaliyi uygulamalarıyla her gün bu sistemin değişmezliğine pekiştirmeye çabalayacaktır.

Kapitalist sosyal devlet, tam da bu iş için icat edilmiştir. Sınıflı toplumlarda, egemen sınıf karşısındaki sömürülen sınıfların, hem tepkisinin soğutulduğu, hem sonra da ikna ile uyutulduğu ve tekrar sistemi inşa ettirmek için her gün yeniden işe koşulduğu bir ateşkes hattı gerekmektedir. Bu hattın, arzın şakuli merkezine paralel geçtiği sosyal ebemkuşağının en netameli örneği sağlık hizmetleridir. Yani sistemin üreticisi olan çalışanlar, kanlı canlı olmalıdırlar ki, daha çok çalışsınlar ve geçimlik kazançlarıyla, karın tokluğuna sermayeyi her daim daha da “Karun” etsinler. Kısacası kapitalizm böyle çalışır. Çalışırken de kapitalist coğrafyanın kendi ahalisi de illaki hastalanır.

Hastalık işi bir yandan iyidir. Sermayeye sağlık ürünleri bağlamında yeni kâr kapısı açar. Bir yandan da netamelidir; zira sınıflar arasındaki ateşkesin bozulabileceği en kritik kavşağı oluşturur. Sistemin siyaset erbabı da, sermayenin taşeronu olduğundan, cem-i cümlesini bir kömür karası gam ve kasavet sarar. Zira bir yandan sağlık sermayesi bu pazardan yüksek kârlılıkla nemalandırılmalıdır. Diğer yandan da, ahalinin mızıklanması başka vartalara (tehlikeli durum) tebdil olmadan, hem “ehlen ve sehlen” (merhaba, hoş geldin); hem de suhuletle (yumuşaklık, kolaylık) atlatılmalıdır. İşte burada denge tutturulamaz ise istikrar denilen barış bozulur. Neme lazım, o güne değin sağmal inek misali çalışanlar, belki de Haziran Direnişine benzer olmadık işlere kalkışır olur… Öyleyse ne yapmak gerekir? Ne şeytanı gör; ne de salâvat getir…

İşte ilaçta taban fiyat meselesinin ilk ayağı yukarıda anlatılan bu genel geçer duruma aittir.

İkinci basamakta, sağlık harcamalarının ve kuşkusuz onun da içinde yer alan ilacın, devlete maliyeti bulunmaktadır.

Türkiye ilaç piyasası önemli bir pazardır. 15-18 milyar dolar arası gider gelir. Bu denli paranın dolanımda olduğu piyasanın bizatihi kendisi de, harcama giderlerine enva-i çeşit katılım payları ile katıştırılan onca çalışandan başkası değildir. Yani bu çift basamaklı milyar dolarlık piyasanın karı üreticisinin cebine giderken, bunu sağlayan da her seferinde hapı yutandır. Peki, bu iş nasıl olur? Eh tabii, bütün mal ve hizmetlerde olduğu gibi ilaç denilen malın bir fiyatı vardır. Bu fiyat birçok kesimin nemalanmasına neden olmaktadır. Söz gelimi eczacı gündelik giderini, reçetelediği ilacın, eczacı kârlılık payı üzerinden çıkarmaktadır. Daha öncesinde de İlacı üreten de, depocusu da aynı fiyattan kâr kapısı sağlamaktadır. Hekim bu işin reçetesini yazma faslından para kazanmaktadır.

Esamisi pek kalmayan sosyal devlet, sağlık ve ilaç harcamalarında hizmeti alandan bu işin bedelini kısmen tahsil etmektedir. Ancak bir yanda sermayeye yeni kârlılık fonlarının tahsis meselesi, diğer taraftan da vatandaşın gereksindiği sağlık hizmetine kamu fonu olan geri ödeme faslından yaptığı ödenti ve son kertede de elindeki sağlık bütçesinin bu giderlere yetememesi, işin bürokrasisinden sorumlu olan yetkilileri şaşkına çevirmektedir. Onlar da bütçeyi tutturmak adına bu harcamaları yüklenecek yeni sağmal inek kaynakları icat etmek durumundadır.

Böyle yeni bir kaynak var mıdır? Nerede, demekten başka bir söz bulunamamaktadır. Kamu idaresi sermayenin kârlılığından götürse, işin patronu olan sınıf zevatı sinirlenip çok patırtı oluşturmaktadır. İstatistikler, ahalinin hastalıklarında, her hangi bir düşme ihtimali olmadığını bağırmaktadır. Yine kamu idaresi ve bürokrasi ehli, hasta katılım paylarında resen yeni artışlar yapsa, bu adeta çatalı göze sokmak kadar acıya yol açacaktır. Elde tahsis edilecek başka kaynak olmayacağına göre, vur abalıya misali işin faturası yine hastaya çıkarılmak zorundadır. Devlet bu aşamada tam da bunu yapmıştır.

İlaç işi, teknik ve alengirli olduğundan naşi, her tür güdümlemeye açık bir alandır. İlaçta taban fiyat, “eşdeğer” denilen ve şimdilik sınırlı sayıdaki bir kaç grup ilaç sınıfı örneğiyle uygulamaya sokulmuştur. Burada akla iki soru gelmektedir. Eşdeğer ya da jenerik ilaç kim; orijinal veya innavatör ilaç ne? Kim kimden nasıl farklılaşır? Bunlar nasıl yutulur; fiyatları nasıldır? Kim bilmektedir…

Orijinal olanına, büyük ilaç tekellerinin laboratuarlarında keşfedilip, her türlü mülkiyeti (patenti) bu firmalar üzerine tescil edilmiş ilaca denmektedir. Bu ticari malın, keşfeden firma üzerinde 20-25 sene gibi mülkiyeti saklı tutulmaktadır. Eşdeğer veya jenerik olan ilaç ise, keşifçi olanın mülkiyetindeki ilaç değil, bir başka firma marifetiyle üretilen; orijinaliyle, fiziki, kimyasal, ve bilcümle farmakolojik özellikleri bakımından onunla tıpkı benzerlik gösteren ve patent koruması artık kalktığı için piyasaya yeni bir firmaca çıkarılma kabiliyetine erişen ilacı temsil etmektedir.

Orijinal ilaçla, jenerik ilaçlar arasında belki de yegâne fark; ilkinin fiyatı, jeneriklere göre daha yüksektir. Daha ucuz olan eşdeğer (jenerik) ilaçlar da kendi aralarında mutlak bir fiyat eşitliğine sahip değildir. Yani biri, yekdiğerinden birkaç kuruş yüksek veya düşük olabilir. Bu ne demektir? Hekim reçeteye hangi ilaç markasının adını yazıyorsa ve bu ürünün fiyatı her ne ise, hasta bu ilacı almakmecburiyetindedir. Ne ki ahali için bilinmeyen burada da bitmemektedir. Reçeteye yazılan ilaç, ister orijinal veya isterse her hangi bir jenerik olsun, devlet geri ödeme faslında içlerinde en ucuz olan eşdeğer ilaç fiyatı kadar ödeme yapmaktadır. Şimdiye değin bu uygulamanın sınırı da şöyle çizilmiş idi: Hasta en ucuzun fiyatının % 10 u kadar daha pahalısını da satın alabiliyor idi. Örnek olsun 10 TL olan bir ilacın %10 u 1 lira ise, hasta 11 TL olan ilacı da tercih edebiliyor idi.

Taban fiyat işine gelince, taban fiyatın hedefi bu anlatılan hikâye itibariyle anlaşılmaktadır. Yani eşdeğer (jenerik) ilaçtır. Şimdi devlet demektedir ki, ben 15 kadar ilaç grubu içine giren 300 kalem civarında ilaç için taban fiyat uygulayacağım. Türkçesiyle, her grup için bana olan maliyeti en alt düzeye çekebilme adına geri ödemede kaç paralık bir karşılama yükümlülüğüm olduğunu ilan edeceğim. Böylece ben bu parayı öderken, hasta isterse reçetesi için daha yüksek bedeli ödemek suretiyle ilaca sahip olabilecek. Yine örnek olsun A grubu ilaç için devlet 10 TL taban fiyat ilân etsin. Bu  “A” grubu ilaç ailesi içinde de söz gelimi beş farklı firmaya ait 5 farklı ürün olsun. Bunların fiyatları da sırasıyla 10, 12, 14, 16 ve 18 TL olsun. Yine söz gelimi hekim 16 TL lik ilacı reçeteye yazmış olsun. Olacak iş şudur. Taban fiyata göre devlet 10 TL harcama giderini karşılayacaktır. Hasta reçete de yazılı olan ilacı alırsa da 6 TL fark ödeyecektir. Bu vatandaşın cebine düşürülmüş yeni bir yangın ve ateştir.

Teknik konularla ilgili başka ayrıntılar bulunmaktadır. Her birini yazmak anlamsızdır. Vatandaş bunu eczaneye girdiğinde yaşayarak öğrenecektir. Bu işte hiçbir sorumluluğu olmayan eczacıyla boğaz boğaza gelecek, içinde kabaran ayranını onun üstüne dökecektir. Sermaye hafiften mızıklanmaktadır. Oysa bu kez jenerikçi ilaç firmalarına ekstra bir kefaret çıkarılmamıştır. Artık ve bundan böyle, hasta olarak kapitalist devlete gider yükü oluşturan vatandaş daha fazla cezalandırılacaktır…

Bu bir yılan hikâyesidir.

Kapitalist sistem bir Brezilya dizisi ve afişteki adı “Yalan Rüzgarı” dır…

Cicili bicili özel hastane kampüslerinden, ilaç işine; sağlık piyasası, sermayesine, deve hamuduyla para kazandırırken, bunun finansmanının artık doğrudan vatandaşa yaptırılma aşamasına doğru yeni bir köşe dönülmektedir.

Esasen vatandaş yaşamının beş kuruş bile sayılmadığına bu cihan coğrafyasında,  şimdilik yapılacak olan şudur ki; bu işin ilk Cumasında, ahalice camiler doldurulmalı ve taban fiyat uygulamasına hamd-ü senalarımızı bildirmek suretiyle zaten işin fıtratında bulunan bu vacip hükme şükür dualarımızı eksik etmemeliyiz…

Ha! bu iş cami ve duayla çözülmez diye düşünenlere de bir çift söz olsun.

Ne duruyorsunuz?

nuriabaci@gmail.com