Saray Rejimi’nin son bir haftada yaptıklarının arkasında ne olduğu, nasıl bir yönelime işaret ettiği yoğun bir şekilde tartışılıyor.
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye açılan kapatma davası, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmesi, Merkez Bankası başkanının son 20 ayda dördüncü kez değiştirilmesi ve son olarak İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile çekilme kararı bir bütün olarak bakıldığında ne anlatıyor? AKP ile MHP’nin ittifakında cisimleşen siyasi iktidar ne yapmaya çalışıyor?
Önerim, bu sürecin başlangıç noktasını Ayasofya’nın camiye çevrilmesi olarak almaktır. Bu yazı, o günden bugüne geçen 8 aylık sürede, hızı ve ritmi dalgalansa da, politik-ideolojik çerçevede istikrarlı bir yönelimden bahsedilebileceğini iddia ediyor.
Bu yönelime geçmeden önce, söz konusu dönemin, pandemi ve ekonomik yıkımla anılması gerektiğini hatırlatalım. Modern Türkiye tarihinin en ciddi işsizlik, borçlanma rakamlarının ortaya çıktığı, Türk Lirası’nın en ciddi değer kaybı yaşadığı günlerden bahsediyoruz ve bu günler sona ermiş değildir.
Öncelikle, ''adımlar neden bugün sıklaştı'' sorusuna yanıt vermemiz gerekiyor.
Kongre dönemleri, partiler için siyasal ve örgütsel stratejilerin gözden geçirildiği dönemler olarak görülebilir. Partiler bu dönemlerde, o güne kadarki verileri toparlar, yeni yol haritalarını belirginleştirir, kararlı bir sürece geçerler. Muhtemelen, AKP ve MHP kongreleri de benzer şekilde geçmektedir ve değişen Türkiye, dünya ve bölge koşullarında Cumhur İttifakı’nın devam edip etmeyeceği, nasıl bir yol izleyeceği de gündeme gelmiştir.
Bu bakımdan, meselenin yalnızca, MHP kongresine hediye vermek vb. ile açıklanması yapılanları küçümsemek olur.
Cumhur İttifakı bileşenleri ve onların yönettiği Saray Rejimi, seçmen desteğindeki göreli düşüş, ekonomik bunalım, Biden’ın ABD başkanlığı gibi kendilerini zorlaması beklenen gelişmeler karşısında önlerine çıkan alternatifleri değerlendirmişlerdir. Her partide olması beklendiği gibi, onlar için de stratejiyi belirlerken birinci öncelik iktidarda kalmaktır.
Son aylarda yapılan çeşitli kamuoyu araştırmaları, AKP’nin kararsızlar dağıtılmadan en az yüzde 30’luk bir oy potansiyelini koruduğunu, MHP’de bu oranın yüzde 7’ler civarında olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de halen en güçlü isimlerden biri olduğu biliniyor. Hatırlanacağı üzere, şimdi yaşanandan çok daha düşük seviyeli 2001 ekonomik krizi, iktidarın büyük ortağı DSP’yi yüzde 1’e geriletmiş, diğer koalisyon partilerini de baraj altına düşürmüştü. Bu nedenle, AKP+MHP’nin halen ciddi bir oy potansiyelini koruyor olması, muhtemelen bu partilerin stratejilerini belirlerken birinci önceliği olmaktadır. Yani, Saray Rejimi’nin iktidar partileri, kendilerine belli bir hareket serbestisi sağlayan bir “sağlam ayağa” sahipler.
Bir potansiyele sahip olmakla beraber azınlığa düşme riskini yüksek şekilde barındıran bu tablo ve yukarıda andığımız gelişmeler, bu partileri (ya da bunlardan herhangi birini); farklı ittifaklara da yöneltebilirdi. AKP’nin iktidarda geçen yaklaşık 20 yılına bakıldığında bu parti için ittifak değiştirmenin sürpriz sayılmaması gerekir. Ancak bugün, MHP ittifakıyla birlikte daha da “devletli” hale gelen AKP’nin, militer-paramiliter kuvvetleri, yargı sistemini kullanmak gibi ekstra avantajları da olan iktidar koalisyonundan vazgeçmesinin kolay olmadığını belirtmemiz gerekir.
Yine de bir alternatif, görece kapsayıcı ve Biden’ın yaratması muhtemel liberal dalgayla kavga etmeyen bir yönelim olabilirdi. Görünen o ki, bu ihtimalin, getirisinden çok götürüsü olacağı hesaplanmıştır.
Kendini muhafazakâr ve milliyetçi olarak tanımlayanların yüzde 60’ı bulduğu, yaklaşık 20 yıllık AKP iktidar döneminin bu kesimin önemli bir bölümünü daha da kemikleştirdiği göz önüne alındığında, bu hesabın boş olmadığı görülecek.
Ayrıca, CHP’nin Kürt meselesi ve bölgesel gündemlerde kararsız tutumu, Boğaziçi eylemlerinde zirve yapan titrekliği ile İYİP’in seslendiği ana kitlenin yine milliyetçi-muhafazakâr kesim olması gibi veriler birlikte düşünüldüğünde, düzen siyaseti açısından AKP’nin savaş alanını kendisinin seçebileceği bir tablo oluşmaktadır.
Sonuç şudur: İktidarını sürdürmeye odaklanan Saray Rejimi savaş sahasını, kendini var eden ideolojik eksende, yani Türk-İslam sentezi olarak adlandırılabilecek çerçevede tanımlamıştır. Dahası, “Kürt karşıtlığı” konusunda belli bir sınıra dayanmış olan Rejim, “İslami” yönü ağır basan bir cephe açmaktadır. Cihatçı yönü bilinçli olarak belirginleştirilen bir savaş yürütülerek iktidarda kalınabileceği düşünülmektedir. Bölgesel gerilimlerde ve Kürt meselesinde atılan adımlar, “ulusalcı” denebilecek bir kesimle adı konmamış bir yan yana geliş sağlamıştır. Şimdi, bu cepte tutularak, “yalnız milli değil, dini birlik ve bütünlüğümüz de saldırı altında” denmekte, cephe cihatçı bir kimlikle genişletilmektedir.
Ne de olsa, “dini bir kavgada” toplumun önemli bir kesimi taraflaştırılabilecek, CHP ve İYİP ise etkisizleştirilebilecektir.
Böylece, ekonomik bunalım, adaletsizlik, baskı ortamı, eğitim ve sağlık sistemindeki sorunlar gibi toplumsal rahatsızlıklar bir bütün olarak, “milli ve dini birliğe” saldırı olarak tanımlanmaktadır. Siyasi önerme de “sorunları ben çözerim” değil, “milli ve dini savaşa ben liderlik ederim” olarak şekillenmektedir.
Cihatçılığın güncel politik yansıması, kadına ve kadın hareketine savaş açmak, LGBTİ+’yı düşmanlaştırmak, eğitimdeki dinselleşmeye hız vermek, Diyanet’in konumunu güçlendirmek, içki satışı gibi örneklerde gündelik yaşam pratiklerini düzenlemek şeklinde olmaktadır. Bu örnekler bundan sonra da artacaktır.
İktidarın, elbette, yalnız bunlarla sınırlı kalması beklenmemelidir. HDP ve toplumsal muhalefetin tüm unsurlarının etkisizleştirilmeye çalışılması, İYİP seçmenine sistematik seslenme, Saadet Partisi ve varsa Deva ve Gelecek Partilerinin seçmenlerini kendi tarafına çekme, seçim ve siyasi partiler kanunlarında değişiklikler, HDP kararına bağlı olarak Anayasa Mahkemesi’nin yapısına müdahale gibi yukarıdakilerden önemsiz olmayan bir dizi adım da gündemdedir.
Toplumsal muhalefet, emek cephesi, sol ve sosyalistler yukarıda özetlenmeye çalışılan güncel tabloyu dikkatle değerlendirmelidir.
Devekuşu gibi başımızı kuma gömeye çalışmanın kimseye bir faydası olmaz. Ortada bir savaş vardır. Bu ülke için ümitvar olmamızı sağlayan bütün değerlere karşı iktidar bir savaş açmıştır.
Bu savaşta korkaklığa, kararsızlığa yer yok. Seçimlerde nasılsa gidecekler bekleyişine yer yok.
Güçsüz olmadığımız bir savaştayız; umutsuzluğa da yer yok.
Bu ülkenin kadınları var.
Bu ülkenin gençleri var.
Ekonomik bir yıkımla boğuşan emekçiler var.
Ve bu ülkenin, yeniden yükselen bir solu var.
Cephemiz onların cephesi, yerimiz onların yanıdır.
Bir adım bile geri çekilmeyeceğiz.
Buradayız, kazanacağımız bir savaş var!