İdeoloji alanında üçüncü kutup: Tarihsel kökler ve yeniden yaratmak

Güncel siyasette ittifaklar üzerine tartışmalar yoğunlaştı. Cumhur ve Millet İttifaklarının dışında bir üçüncü cephenin açılması gerekliliği üzerine çok yazıldı, çok çizildi. Bu tartışmaya kıyısından köşesinden ben de girmiştim. Ama daha kapsamlı ve detaylı yazıları gelecek günlerde İleri Haber’de bulacaksınız.

Bu yazı, siyaset alanındaki ittifak/cephe meselelerinin ötesinde, belki de arka planında konumlanan ideolojiler alanını konu ediniyor ve bu bakımdan yakıcı politik tartışmalara bir hazırlık niteliği taşıyor. Bu anlamıyla, yazıda ideoloji alanına ilişkin yapılacak tasnifin, halihazırda var olan veya bundan sonra olabilecek ittifaklarla doğrudan bir ilgisi bulunmuyor.

Yusuf Akçura tarafından 1904’te kaleme alınan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makale, modern Türkiye’de veya Türkiye’nin modernleşme sürecinde, siyaset-ideoloji alanındaki tasnifin atası sayılır. Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık şeklindeki ayrım, Osmanlı’nın son döneminde siyasi aktörlerin reel veya olası yönelimleri hesaba katılarak oluşturulmuştur.

Yine benzer bir dönemi milat almakla birlikte, modern Türkiye’de özellikle de sermaye sınıfı cephesindeki ideolojik ayrımı, başka bir düzleme taşımayı daha sağlıklı ve yol gösterici buluyorum.

Yansımalarını 1900’lerin başlarında Jön Türkler içerisinde, Ahmet Rıza ile Prens Sabahaddin arasındaki tartışmadan takip edebileceğimiz ancak kesinlikle bununla sınırlı kalmayan, zaman içerisinde oldukça zenginleşip karmaşıklaşan bir ideolojik fay hattının varlığından söz edebiliriz.

***

Bu fay hattının nasıl şekillendiği ve aktörlerin nasıl konumlandığına geçmeden önce üç not düşmek gerekiyor.

Birincisi, her ne kadar sermaye cephesi üzerinden tarif etsek de, söz konusu ayrımın köklerini asker ve sivil bürokrasiden aldığını ve burjuva devrimi süreciyle birlikte yeniden şekillendiğini belirtmeliyiz.

İkinci olarak, yine her ne kadar sermaye cephesi üzerinden anlatıyor olsak da bu ayrımın sosyalist-komünist hareket içinde de sürekli izdüşümleri olmuştur.

Ve nihayet, İslamcılık, Türkçülük vb. ideolojilerden de söz edebilsek dahi, bunlar kendi başlarına nadiren belirleyici birer akım olabilmiş; daha çok, yazıda açacağım kutuplarla eklemlenme ilişkisi içerisinde kendilerini ortaya koymuşlardır.

***

İki ana kutuptan ilki, Türkiye’nin büyük güçler arasında bir denge gözeterek kendi özgül ağırlığını oluşturmasını benimseyen, dış dünyaya karşı temkinli, politik liberalizme (ve bununla birlikte demokrasi özgürlük gibi kavramların burjuva yorumlarına) mesafeli, ekonomik alanda çoğu zaman (her zaman değil) devletçi kapitalizmi tercih eden, azınlıklar sorununa (ve daha sonra ulusal soruna) şiddetle tepki gösteren, merkeziyetçi, parçalanma paranoyasını sürekli yeniden üreten çizgi tarafından temsil edilmektedir.

İkincisi ise kozmopolit niteliği daha baskın, politik liberalizmi ve onun çağrıştırdığı kavram setini benimseyen, ademimerkeziyetçi, Batı’yla kurulan ilişkilerin burjuva anlamlarıyla demokrasi ve özgürlüklerin tesisi için şart olduğunu vaaz eden, küreselleşmeci, devletin sermaye sınıfının güçlenmesindeki rolünü önemseyen ancak ekonomik liberalizmi rehber edinen, azınlıklar ve uluslar sorununda daha esnek bir kutup olarak nitelendirilebilir.

***

Kimi okurlar için yukarıda çok kabaca ana hatlarını belirttiğimiz ayrışma, doğal olarak, “İttihat ve Terakki” ile “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” veya CHP ile Serbest Cumhuriyet Fırkası/Demokrat Parti ikiliklerini çağrıştıracaktır. Oysa söz konusu ayrışma, bu ikiliklerde saklı kalmamış, sonrasında ortaya çıkan neredeyse bütün siyasi partilere de bir şekilde sirayet etmiştir. Devlet bürokrasisinde de yansımaları bulunabilecek bu fay hattı, 1960’lardan itibaren ayrı ayrı partilerin kendi içlerinde de çizgi mücadeleleri olarak türemiştir.

İdris Küçükömer ve daha sonra Şerif Mardin’in çalışmaları söz konusu ayrışmayı seziyor gibi görünse de temeline merkez-çevre gerilimini yerleştirdikleri oranda gerçeklikten uzaklaşmışlardır. Zira hiçbir zaman bu ideolojik kutuplardan birincisi merkeze, ikincisi çevreye ait olmamıştır. Böyle olsaydı, “çevre” olarak kodlanan tarafın ürettiği aktörlerin belirli bir süre ve tutarlı biçimde ikinci kutbun niteliklerine haiz bir politik tutum almaları beklenirdi. Demokrat Parti’den AKP’ye, merkez sağın herhangi bir aktöründe böylesi bir tutarlılığı izlemek mümkün değildir.

***

Söz konusu çatışma Türkiye sosyalist hareketini de fazlasıyla etkilemiş, pek çok ayrışmanın temellerini oluşturmuştur. Tarihsel TKP’den, Kurtuluş hareketinden, Devrimci Yol geleneğine hemen hemen bütün örgütlerde izlerini bulabileceğimiz bu fay hattı, 1930-40’lardaki tutuklama ve kovuşturmalar, 12 Mart, 12 Eylül gibi devlet şiddetinin belirgin şekilde arttığı dönemlerin ardından savrulmalara neden olabilmiştir.

Dikkat edilecek olursa, cumhuriyet veya laiklik üzerine yapılan sonu gelmez tartışmalardan, Kürt meselesine yaklaşıma, siyasal İslam’a bakıştan Avrupa Birliği konusundaki farklı görüşlere kadar Türkiye siyasetinin çok temel konularında esas olarak bu ayrım çizgisi üzerinden pozisyonlar belirlenmiştir. İki kutbun etkileri, çok daha tekil örnekler üzerinde dahi görülebilir. Hrant Dink cenazesi neden ayrışmaya neden olmuştur? Ergenekon soruşturması neden kafaları karıştırabilmiştir? Kendini solda tanımlayanlar arasında “Yetmez ama Evetçilik” nasıl türeyebilmiştir? Yine kendini solda tanımlayan kimi gruplar “Yetmez ama Evetçilik” ile kavgayı sürdürmelerine rağmen örneğin bugün rejimin özellikle de dış politikadaki hamlelerine destek veren “ulusal solculuk” ile çatışmayı neden tercih etmemektedir? Sorular uzatılabilir…

Tablo açıktır: Türkiye sosyalist hareketinin pek çok unsuru, birinci veya ikinci kutbun girdilerine, manipülasyonlarına ve yönlendirmelerine açıktır. Güncel tutumlar, bu kutuplardan birinin veya diğerinin reflekslerine göre belirlenmekte, en azından güvenli limanlardan çıkıp “tehlikeli sulara” açılmak istenmemektedir.

Hareketin bu kutuplara göre belirlenmesi, bazen itibar, bazen kulis bilgisi, çoğu zaman fiziksel veya ideolojik şiddetten korunmak, kimi zaman mali destek, bazen de lobi gücü anlamına gelebilir ve bunlardan feragat etmek kolay değildir.

***

Oysa, sosyalist hareketin tarihi, bir üçüncü kutbun yaratılabildiğini de göstermektedir. 1960’larda, emekçi sınıfların siyasetteki ağırlığının artmasına eşlik eden bir aydın hareketi, Türkiye’nin ideoloji haritasına bir yeni kutbun daha eklenebileceğini ortaya koymuştur. Bu üçüncü kutbun en etkili politik temsilciliğini Türkiye İşçi Partisi yapmıştır. Üçüncü kutbun yarattığı dalga iki on yıl etkisini sürdürmüş, bugün de kendisinden bir referans olarak söz ettirmektedir. Sosyalist kutup, Cumhuriyet’ten uluslararası ilişkilere, Kürt meselesinden ekonomik sorunlara, demokrasi ve özgürlüklere kadar pek çok alanda kendi çözümlerini ortaya koyabilmiş, kapsayıcı bir söylem üretmekten çekinmemiştir.

***

Siyaset alanındaki gelişmeler, taraflaşma ve cepheleşmeler elbette önemlidir. Hatta, gerek başta andığımız iki kutbun, gerekse üçüncü kutbun oluşumunda siyasetin etkisi asla inkar edilemez. Türkiye’nin neredeyse 1900’lerin başları ve 1960’lar kadar keskin bir yol ayrımına gittiği bu süreçte de siyasetin başat bir rol oynaması beklenir. Bu yüzden, güncel politik taraflaşmaların, burada yaratılan etkinin, üçüncü kutbu yeniden üretmedeki rolü de hesaba katılmalıdır. Toplumsal etkisini artıran bir sosyalist hareket, birinci ve ikinci kutbun etkisini azaltabilir, bunların dış halkalarında duran kesimleri kendi projesine eklemleyebilir, orta-uzun vadede tüm hesapları değiştirebilecek bir üçüncü kutbun temellerini yeniden atabilir.