“Sözün bittiği yer”i geçe geçe bir hal olduk. Yine de sözümüzü söylemek, düşüncemizi/yazımızı paylaşmak ama en önemlisi, söz konusu “geçiş”le de paralel biçimde, eylemimizi ortaya koymak durumundayız.
Sözün bittiği yeri geçince farklı bir boyuta da geçtik, geçiyoruz. Eşiğinde falan derken, yıkımın, felaketin, iç savaşın içine düşüyoruz. Prova diyen var, hazırlık, deneme vb. diyenler de var. Nereden, nasıl dediğinize bağlı tabii; örneğin Cizre’de yaşayan için, “ta kendisi”.
İç ya da dış olsun, savaş her durumda, acılar, ölümler ve sözü bitiren eylemlerle birlikte, siyasal sonuçlarına baktığımızda “kopuş” da getirir. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, lafta kalmaz, gerçek olur. Kesin ve keskindir.
Diktalar, iktidarlarını kaybetmemek için savaşı göze alarak “kopuş”u kendi leyhlerine çevirmeye çalışırlar. Rejim değişikliği, darbe/düzlenme, bölünme/parçalanma gibi “kopuş yüklü seçenekler” arasında kendilerine en uygununu; “kendi inşa ettikleri, kendileri için inşa ettikleri rejimde, mutlak iktidarın sürekliliği”ni ararlar. Diğer “kopuş” seçenekleri düşünüldüğünde, her şeyin riske edildiği en son girişimlerden biridir. Gerçek çare midir, büyük yıkım mı; ikincisinin geldiğini, zaman gösterir.
Bu verilerle bugün Saray’a doğru baktığımızda; bu onun "son çırpınışları" mı, "yeni ve asıl çıkışı" mı, önemli bir mesele olarak çıkıyor karşımıza. Başta dediğimiz gibi, saptama ve analiz değil, tavır ve eylem meselesi. Dayanışma ve birlikte eylem!
Çırpınış ya da çıkış… bu zeminde zorlanan siyasetin, bugün dincilik (din tüccarlığı) üzerine milliyetçiliği (etnik kışkırtma) pompaladığı aşikar. Türkiye’deki sünni/sağ tabanın en “içten” dinamikleri yani. Milliyetçi kışkırtma, etnik bölünme/ırkçılık vb. arkaik motifler olmakla birlikte, sağın lümpen tabanında, en ufak dürtüklemeyle yankı bulabilir anında.
DP-AP-MHP-MSP-ANAP-DYP vb. geleneğiyle günümüze uzanan çizginin ve bugün AKP ve MHP ile coşup azan sağ birikimin esası bu dinamiklerdir. 12 Eylül’ün has çocukları olarak Türk-İslam sentezi günlerinden beri de - ayrı ocak/odak ya da partiler gibi görünseler bile - daha iç içeler aslında. Dolayısıyla, yok Ülkü ocağı, yok Alperen yahut Osmanlı ocağı, Ak gençlik, Müslüman gençlik falan çok fark etmiyor bir noktadan sonra, hepsi aynı gerici birikimin ocağı ve Saray’ın/sermayenin sokak oyuncakları.
Saray’ın “asıl çıkış”ını, bu tabanın bir kısmını sokaktaki gücü olarak kullanarak, faşizan eylemlerle tehdit yayarak, kolluk güçlerini de her noktada devreye alarak bina etmek dışında pek “şansı” kalmadığı anlaşılıyor neticede. Bunun doğuracağı yahut doğurmakta olduğu “iç savaş”ın getireceği kopuş dinamikleri açısından bakıldığında, “son çırpınış”ı olma riskini de alarak yapıyor bunu.
Tüm bu yaşananları - milliyetçi kutuplaşma ve çatışmalardan uzakta kalıp halkların kardeşliğini vurgulayarak - sarayın başkanlık çıkışı ve sivil darbesi, seçim ve demokrasi zeminini dinamitlemesi, ötesinde iç savaş kışkırtması ve sokağın fethi olarak ortaya koyabilmek, muhalefeti bu zeminde ve saraya karşı, sarayın savaşına, iç savaşa karşı bir araya getirebilmek önemli.
Savaş, çok ağır bir sözcük, çok sancılı bir gerçeklik… Peki, başka ne mi? Büyük yıkım ve katliamlar, boğazlaşmalar silsilesi olduğunu belirtmeye gerek yok herhalde. Ötesinde, sömürü çarklarının da daha hızlı ve ölümcül dönmesi bir yandan da. İşgücünün “yenilenip” ucuzlaması, pazarın düzenlenmesi, düzlenen zeminde meta imparatorluğunun yeniden ve ileri bir düzeyde tesis edilmesi; bölünme, fetih, paylaşım ve el koymalarla yeni sermaye birikimi!..
Evet, iç ya da dış, bizim değil, Saray’ın ve onu var eden sermaye düzeninin savaşı bu.
Yaşananları görmekten, anlamaktan, anlatmaktan ve yaşananlara karşı dayanışma içerisinde eylemekten, savaşa sonuna kadar karşı çıkmaktan başka çaremiz bulunuyor mu?..
*
Son bir duyar
İşte bu ortamda bir yandan “işine, gücüne, günlük koşturmacası”na devam eden, gelişmeleri sosyal medyadan izleyip içini döken, olana bitene bir şekilde “dışarıdan bakan” muhalif insanlar olarak zorlanıyoruz.
Bir şeyler yapamamanın, şişip şişip oturmanın, fotoğraflar karşısında donakalmanın gerilimini, acısını ve biraz da şaşkınlığını yaşıyoruz. Duygusal gerilimler içerisindeyiz. Bir şeyler düğümleniyor, birikiyor içimizde. Akıl ve duygu arasındaki “olağandışı” gerilim belki de. Aklımız (eleştirel yönleri ve keskinliğiyle) kilitlenebilirken, duygular öne çıkıyor sıklıkla. Eyleme yönelme iradesi arada kalıyor. Birbirimize karşı da acımasızlaşabiliyoruz. Herhangi bir duygusal tepki ya da çıkışımız, bazen hatamız, hemen “yakalanıp” geri dönebiliyor bize. “Sözün bittiği yer”de, duygular da ağırlıkta haliyle. Vicdan da öyle. Peki, “Hah şuna bak, vicdan solcusu işte, duyar yapar anca” diye didişmeler niye?
Biliyor musunuz siz de – o Türkçesi de bozuk ifadelerle – duyar yapmayı, duyar kasmayı, duyar bilmem nelerini?
Yoksa eskisi gibi, şairin dediğin gibi mi hâlâ; yok mu kimsenin vakti, durup ince şeyleri anlamaya?
İnce de değil ki! Kalın. Kapkalın. Ufacık bedenler var ama koskocaman. Ağlamaklı bırakıyor insanı öyle. Öfkeli ama çaresiz. (Umarsızlık, yalnızlık, kasvet, boşluk... İstedikleri de bu değil mi?) Bir yerde savaştan kaçan masum ufacık bir çocuğun cansız bedeni, uyur gibi uzanıvermiş deniz kıyısında; boğulup gitmiş, çaresizce devam eden umuda doğru yolculukta. Bir başka yerde, iç savaşın ortasında, Cizre’de annesi ölmüşken onun yanında yaralı düşmüş bir başka bebeğin kanlı, ağlamaklı, kahredici fotoğrafı.
Ölümlerle birlikte fotoğraflar ve haberler de çoğalıyor. Atatürk büstü öptürülen mevsimlik Kürt işçiler, telefonda Kürtçe konuştuğu için İstanbul’un göbeğinde öldürülenler, Cizre’de ambulansa sevk edilemediği için buzdolabında tutulabilen 10 yaşında cansız bedenler… Daha dün; Suruç’ta katledilen, bedenleri parçalanan devrimci kardeşlerimizin gülen yüzleri...
Bazı fotoğraflara bakılamıyor bile. Bakınca unutmak mümkün değil çünkü. Bakınca yazmak. Yaşamayı hak etmediğimizi düşünüyoruz bazı bazı. O gitmiş, onlar gitmiş, ben gitsem ne olacak ki hissi!..
İşte böyle. Aman duyar yapmayın sakın! Aman hep duyar yapın! Yapın ya da yapmayın, hatta ne yaparsanız yapın… ama savaşa, ölüme, kıyıma karşı ayağa kalkın!..