Politik duruşlarının yanlış, hatalı olduğunu anlatıyorlar. Ama üsluplarından kibirli duruşlarında hiçbir değişiklik olmadığı hemen göze çarpıyor. Peki bu kibrin arkasında ne var? İnsanlar özellikle de aydınlar politik hata yapmaya çok yatkındırlar, çünkü bilgi birikimlerinin gerçeklerle uyum göstermemesi kimi zaman yukarıdan bakalım derken ayrıntılara kapılıp gitmeleri çok sık rastlanan bir durumdur. Hatalarını yanlışlarını anlatırken de bu nedenle gerçek bir iç muhasebesi yapmaları, içten olmaları zordur. Kibir yakalarını bu nedenle bir türlü bırakmaz. Geçtiğimiz günlerde Paris’te bir araya gelen AKP iktidarına destek vermiş kimi aydınların hatalarını itiraf ettikleri ama yiğitliği de elden bırakmadıkları toplantıdan söz ediyorum. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, sosyolog Nilüfer Göle, tarihçi Edhem Eldem, iktisatçı Seyfettin Gürsel’in katıldıkları bu buluşma Türkiye’den de ilgiyle, biraz da gülümseyerek izlendi.
Aslında bu değerli aydınlarımızın politik hataları bir siyasi iktidarın gerçek yüzünü görmekte gecikmeleri, daha baştan o siyaseti analiz etmekteki yetersizlikleri çok da önemli değildir. Nihayet bir yanlış değerlendirmedir; hatalarını düzelttikleri zaman siz de sevinirsiniz, halka pahalıya mal olmuş bir politikaya verdikleri destek giderilmesi imkânsız birtakım bedellerin ödenmesine yol açmış olsa bile, “bak ne güzel, yanlışını anlamak gibi bir erdeme, özeleştiri yapma cesaretine sahip bu arkadaşlar” dersiniz. Tabi ortada gerçek bir özeleştiri varsa. Her koşulda sormakta yarar var; bu hataların, yanlışların arkasındaki fikri yapıda bir değişiklik, o alanda da bir özeleştiri var mı? Salt politik yanılgı, bir yanlış değerlendirme kurbanı mı bu arkadaşlar; İslamcı iktidarın politikalarını sorgusuz sualsiz desteklerken ideolojik yaklaşımlarının bu desteği makul ve zorunlu kıldığını da düşünüyorlar mı acaba? VOA muhabiri Arzu Çakır’ın haberine göre Sosyolog Nilüfer Göle AKP’ye politik desteklerini şöyle tanımlıyor ve mazur göstermeye çalışıyor: “Cesaret ve naiflik içinde, samimiyetle, İslam'ı parlamenter sistem içine alabileceğimize inandık. Türkiye'de laikliğe inanabilirdik, entegre olmuş yaşanan bir ilkeydi laiklik.”, "Bizim gibi laik çevreden gelen aydınlar, kendi adıma konuşuyorum, Müslümanlar’a yaklaşarak, bu kısır döngüden çıkabileceğimizi; Hrant Dink ile sadece soykırımın tanınması değil, Ermenilerin hatıralarını anlatabileceğimizi düşündük. Angaje olan bir öfori, coşku içindeydik. Gerçekten inanıyorduk." İnandıklarından hiç kuşku duymuyoruz, ama bilim insanları inanmak yerine nesnel araştırmalara girişmek zorunda değiller mi? Siyasete koşulsuz güvenmenin, özellikle İslam söz konusu olduğunda takiyenin sık başvurulan ve din dışı sayılmayan bir strateji olduğunu bilmemek önemli bir kusur değil midir? Bilim insanları vargılarından, yargılarından kuşku duymazlar mı?
BAKIŞ AÇISI DEĞİŞMEDİKÇE
Peki ama siyasal İslamla ilgili çok sayıda makaleye imza atmış Göle, bir sosyolog olarak o değerlendirmeleri gözden geçirmeyi düşünüyor mu şimdi? Modern Mahrem adlı kitabına bakalım örneğin (Metis yayınları, s.186-187) “İslamcı kadınların siyasi hareketleri aracılığı ile kamusal alana doğru çıktıkça İslamcı hareket içinde geriye dönüşü olmayan bir dönüşüm başlattıklarına, ‘mahrem’ alan içinde ‘zorlama’ yarattıklarına” inanıyor mu hala Göle? Ya da “İslamcı kadınların İslamcı hareketler içinde ‘erkeklerin tahakkümü’ altında ‘irtica hareketlerine alet edilen’ edilgen roller oynadığına ait varsayımların bugünkü pratikler karşısında çok anlam çözücü olmadığını” savunabiliyor mu? Bugünkü pratikler derken örneğin İstanbul Sözleşmesi böyle bir pratik olarak “anlam çözücü” sayılamaz mı? Postmodernizmin derin etkisiyle, “Michel Foucoult’un izinden giderek iktidar ilişkilerini gerçeğin sürekli olarak yeniden üretilme biçimi olarak” algılarsanız, “İslamcı hareket ve kadınlar arasındaki ilişkiye bakış” zaviyenizin de “güncel yaşamın pratiğine doğru” ineceğini ve zenginleşeceğini düşünebilirsiniz. Ama şimdi bu zaviyeyi gözden geçirmek gerekmiyor mu?
Aslında kuşkunuzu o zaman da dile getirmiş ama gönlünüzü çelen aşktan bir türlü vazgeçememişsiniz. “İslamcı hareketlerin bireysel hakları kapsayan çoğulculuğa ve sivil topluma doğru mu evrileceğini, yoksa karşıt toplumlar (contre-societe) üreten totaliter eğilimlerin hakimiyetine mi gireceğini cinsler arası ilişkiler belirleyecektir.” kehanetinde bulunurken bir an için olsun toplumsal yapıların değişiminin ideolojik farklılıklar, kültür alanları dışında esas olarak sınıflardan ve sınıf mücadelelerinden kaynaklandığını anlatan görüşleri de dikkate almak gereksinimi duymadınız mı? Ama tabi duymamışsınızdır, çünkü siz de sık sık alıntı yaptığınız Şerif Mardin gibi “büyük anlatıların zamanının geçtiği” kanısındasınız. “Nasıl Yanıldık!” toplantısının çağırıcısı Ethem Eldem’in bu önemli buluşmada söylediği gibi "Genelde Berlin duvarının yıkılmasıyla beraber, dünyada bir coşku ortamı vardı.” Siz de herhalde o coşku içinde sosyalizmin yıkılışını kutlarken fark edemediniz, Öfori sizi aldı götürdü. Ama bilim insanları politik tutum alırken politikaları değerlendirirken böyle öforilere kapılmazlar. İşte bu nedenle şimdi size o günlerdeki politik tutumunuzla ilgili suçlamalarda bulunanlar, yalnızca Türkiye’ye zarar verdiğini düşündükleri eyleminizi değil eylemlerinizin temelini oluşturan makalelerinizi, kitaplarınızı da sorguluyorlar.
İdeolojik yaklaşımlarınız ile olayları yorumlama tarzınızı ister istemez karşılaştırıyorlar. Örneğin “aralarında birçok Alevi, şair, entelektüel ve müzisyenin de bulunduğu 37 kişi yakılarak öldürülmüştür” diye anlattığınız Madımak katliamını “Nesin’in İslama karşı küfür olarak yorumlanan, Kuran’ın Türkiye gerçeklerine uymadığı konusundaki sözleri, kökleri derinlere giden ‘öteki’ Türkiye’nin rahatsızlığı ile birleşerek bu olaylara yol açmıştır.” (Melez Desenler, Metis yayınları, s.79) diyorsunuz ya, katliamın “olay” olmadığını düşünenler sizin siyasal İslamla ilgili değerlendirmelerinizin de bilimsel nesnellikten epeyce uzak olduğunu söylemekte haksız sayılabilirler mi? Sosyolog Göle’nin Madımak değerlendirmesi, “öteki Türkiye” dediği kesimin onaylanamaz rahatsızlığına sempatiyi, “Nesin ve yakılanların İslama küfrettiği” iddiasına ise hayırhah bir tutumu göstermiyor mu? İnsan üzülüyor. Bu günümüzde gittikçe koyulaşan cehenneme giden yolun taşlarını döşeyenlere büyük destek vermiş olan “yetmez ama evetçi” kesimin durduğu yerle kendisi arasındaki ilişkiyi kavrayamadığını gösteriyor. Yanlış bir yerde duruyorlardı; o yanlış yerin kendilerini götüreceği yerin cehennem olduğunu “yetmez ama evet! evet!” coşkusu- öforisi içinde anlayamadılar. Kaçınılmazdır; politik değerlendirmedeki hata sizi ideolojik olarak da size ait olmayan yere götürür. Farkına vardığınızda iş işten geçmiş olur. Şimdi olduğu gibi.
Bu yazı politik bir tutum olarak evet diyen ya da boykotu tercih eden az sayıda sosyalist aydınla ilgili değildir. Onlar kendilerince doğru ya da yanlış politik tutumlarını ideolojik bir zeminle desteklemediler. Şimdi de rejime ve sisteme karşı ön saflarda yer alıyor, mücadele ediyorlar.
***
Hatalarımızın kaynaklarını, nedenlerini keşfetmezsek onları sürekli olarak yineleriz. Şimdi de o günlerdeki politik tutumlarının yanlış olduğunu fark ettiklerini söyleyen, ama neden olduğunu bir türlü anlayamayan ya da anlatamayan arkadaşlar, birdenbire ortaya çıktığını sandıkları baskıcı otoriter yönetime hayretler içinde bakıyorlar. Öfkelerinin bir kısmını da Batı’ya ayırmışlardır, “Avrupa Birliği artık bizi ciddiye almıyor” derken sergiledikleri hayal kırıklığı da kusura bakmasınlar, Türkiye soluna kulak vermeyi hiç düşünmemelerinden kaynaklanıyor. Dinleselerdi AB’ye bu kadar bel bağlamaz, bu kadar kibirli bir hüznün içine düşmezlerdi.
Dünyaları dardır; yalnızca postmodern yazarları, filozofları okuyarak, aykırı olanı savunmanın çekiciliğine kapılarak, dünyayı da Türkiye’yi de anlamaları imkansızdı.
Anlayamadılar da zaten…