Gezi isyanının ilk iki yıl dönümünde dergilerde sıkça: "Bütün mümkünlerin kıyısındayız“; "Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe“ biçiminde tespitler yapılıyordu. Mealen denilen şuydu: daha demokratik, özgür ve adil bir ülkenin inşası için umutları yeşerten Gezi isyanı, bir yandan da devrilemeyen iktidarın daha da otoriter bir rejim inşasına yönelmesine kapı açtı. Ülke ve toplumsal yaşam daha iyiye gidebileceği gibi, çok daha kötüye de gidebilirdi. Global düzeyde hakim neoliberal politikalara ve ekolojik krize karşı kendiliğinden patlak veren bu tarihsel "hadise“ler 2014’ten itibaren siyasal sonuçlar üretmeden geri çekildi. Iyiyi talep etmiş, kötüyü durdurmaya çalışmışlardı ama düzenle radikal bir kopuş noktasında bir alternatif ortaya koyamamanın müteredditliği içinde sönümlenmişlerdi.
Bu duraksama ortamında, İŞİD’in yükselişiyle kabaran küresel karşı-devrim dalgası, ABD’den Asya’ya pek çok yerde neo-faşist siyaset(çi)lerin liberal sağ-sol karşısında güçlenmesiyle büyüdü. 2011-2019 Arasındaki dünyadaki siyasal gelişmeler şöyle özetlenebilir: Eski hegemonyanın krizine karşı Tunus’tan başlayıp dünyayı kat eden kendiliğinden sosyal patlamalar biçiminde toplumcu-demokratik tepkiler açığa çıkmış, bunlar 2014’te sonuçsuz geri çekilirken, göçmen-yabancı karşıtlığını otoriter-milliyetçi bir söylemle anti-küreselleşmeci halkçılık (popülizm) gibi sunan neo-faşist Trumpgillerle emek ve doğanın neoliberal talanı diktatoryal yöntemlerle derinleştirilmiştir. Burjuva düzen içi siyaset düzleminde ciddi bir sarsıntı anlamına gelen bu gelişmenin işaret ettiği kritik önemdeki bilgi; 1990’lardan beri oldukça hegemonik bir burjuva meşruiyet çerçevesi olan neoliberal küreselleşmenin krizinin geri döndürülemez bir noktaya ulaşmış olmasıdır. Ortaya çıkan boşluk, rızasız otoriter tahakküm araçları olan; milliyetçilik, ırkçılık, şovenizmle, otokratik diktatörlükler ve polis devletiyle doldurulmaya çalışılmaktadır.
1968’den beri dünyanın şahit olduğu en görkemli ve yaygın halk ayaklanmalarının yaşandığı, siyasetin ibresinin devrim ve karşı devrim arasında hızlı salınımlar gösterdiği bir konjonktürde sosyalist alternatifin güçlenmek bir yana zayıflması düşündürücüdür. Bu tabloda kendisini ve ittifaklarını devrimci anlamda yenileyenler olsa da pek çok sosyalist yapının karşı-devrimci salınım anında siyaseten nasıl likide olduklarını 2015 sonrası Türkiyesinde yaşayarak gördük.
GÜNÜN BÜYÜK SORUSU?
Dünya kapitalizmi bir hegemonik krizle karşı karşıya bulunuyor. Sudan’dan ABD’ye Şili’ye 2019-2020’de yaşanan ırkçılık-polis şiddeti-sosyal adaletsizlik ve yolsuzluk karşıtı ilerici sosyal patlamalar bu gerçeğin altını bir kez daha çizerken, düzen karşıtı isyan dinamiklerinin güçlü biçimde işlemeye devam ettiğini de gösterdi. Bu üstünden atlanamayacak derecede önemli bir veridir. Devrimci dinamiklerin nesnel olarak güçlü olduğu günümüz koşullarında işçi sınıfının geleneksel bölüklerinin örgütlülük ve bilinç düzeyinin düşük olması, bununla da bağlantılı olarak, bir bütün olarak sosyalist hareketin bariz zayıflığı çözmemiz gereken bir büyük çelişkidir.
Günün büyük sorusu şudur; özellikle otokratik veya oligarşik bir otoriter kapitalist rejimde, bu derin çelişkiyi atılım yapacak bir zemin olarak değerlendirecek bir sosyalist siyaset ne olabilir? Geleneksel sınıf bölüklerini örgütleme, üye ve birim sayısını arttırma, sendikalar ve demokratik kitle örgütlerindeki temsiliyetini arttırma, seçimlerde belli bir oy oranını tutturma gibi yapının doğrusal büyümesini sağlayıp, siyasetin solundaki konumunu güçlendirecek faaliyetler mi, yoksa siyaset alanında oluşmuş bir boşluğa devrimci müdahalede bulunan, ittifaklarını da oraya çeken stratejik bir sıçrama hamlesi mi?
Erdoğan’ın arkasındaki oligarşik saray blokuyla karşısındaki düzen muhalefeti arasındaki çatışma ulusal ve küresel ölçeklerde içiçe geçmiş iki hegemonya krizinin (Kemalist milliyetçilik-neoliberal küreselleşme) ortasında bir yeniden kuruluş mücadelesidir. Ülkenin önümüzdeki on yıllarda nasıl bir otoriter kapitalizmle yönetileceğine dair karşı-devrimci bir dönüşümle, restorasyoncu bir eski normale dönüş arasındaki bir çatışmanın çözümsüzlüğü içinde debelenip duruyoruz. Zaman zaman şiddetlenen bu çatışmanın argümanları, ne otoriter neoliberalizme karşı isyan etmiş Gezinin omurgasını oluşturan yüksek eğitimli prekaryaya, ne işçi-işsiz, yoksullaştırılmış Kürt-Alevi emekçilere (özellikle de onların gençlerine); ne de onların eşitlik-özgürlük özlemlerine hitap etmiyor. Bu kesimlerin hegemonya krizinin iki tarafına yabancılaşmasından ve yaşadıkları sosyo-ekonomik sorunlarından doğan patlayıcı enerjiyi doğrudan sosyalist kopuşa kanalize edemeyeceğimiz günümüz koşullarında, nereye kanalize edeceğimiz önemlidir. Bu anlamda, emekçiler ve ezilen halk ve cinsiyetlerin talep-ihtiyaçlarının merkezinde olduğu ve kapitalizmin ötesine açılan boyutlar da taşıyan geçiş programını içeren bir anayasal yeniden kuruluş önerisi hem bir ihtiyaçtır, hem de hegemonik kriz koşullarında olanak dahilindedir.
GEÇİŞ PROGRAMI-TALEPLERİYLE DEVRİMCİ SIÇRAMANIN OLANAKLARI
Kimi kitabi teorisyenler, geçiş programına stratejik öncelik tanımayı, sosyalist devrim programından uzaklaşmak olarak görebilir. Kimi kötümser realistlerse (bunların çoğu aşamacıdır); muhalefet aktörleri arasındaki görece zayıflığına karşın sosyalistlerin böyle bir yönelime girmesini, kendini hayal aleminde görmek diye nitelendirebilir. Fakat, Gezi isyanının da parçası olduğu bir isyanlar çağından geçiyoruz. Dünya-tarihsel anlamda karşımızda duran gerçeklik, Marx’ın Paris Komünü için dediğine benzer biçimde devrimci içeriğin sözü aşmasıdır. En basitinden sosyalist mücadeleye ve ufka/vizyona dair teorik çerçevemizi yenilemek durumundayız.
Proleterya önderliğinin bunalımı uzun süredir dünya ve ülke politik durumuna damgasını vuran gerçekliktir. Devrim için fazlasıyla olgunlaşmış nesnel koşullarla sınıf ve partiye ilişkin öznel koşulların hamlığı arasındaki çelişki iyice belirginleşmişken, sosyalist/anti-kapitalist hareketi sıçratacak hamle, dar anlamda sokak eylemciliği ya da seçim sandığında elde edilecek başarı değildir. Elbette, bu tür gündelik mücadele pratikleri de önemlidir ancak 2011’den beri ortada ülke ve dünya kapitalizmi ölçeklerde içiçe geçmiş ve halk isyanlarıyla görünür olan iki hegemonik kriz bulunmaktadır. Bu benzersiz konjonktür içinde, Walter Benjamin’in çok arzuladığı emekçi sınıfların gerçek olağanüstü halini yaratmak, başka bir deyişle, buradan bir sosyal kurtuluş şenliğiyle çıkmak bütün tarihsel materyalistlerin (devrimci sosyalistlerin) önündeki görevdir.
Bu noktada, hegemonik krizin açtığı bugünkü siyasal çatlağı, geleceksizleştirilmiş ve öfkeli prekaryaya, kadınlara, LGBT+’lara, emekçilere, ezilen halklara yani bir bütün olarak isyanların sosyal bölüklerine mücadeleleri içerisinde yükseltecekleri ve sosyalist devrim programına açılacak talepler manzumesiyle genişletmeye stratejik bir önem vermeliyiz. Başlangıç noktasını yeni proleterleşen eğitimli-vasiflı işçi sınıfı bölüklerinin mücadele dinamik-talepleriyle, onun sendikasız-asgari ücretli çoğunluğunun ihtiyaçlarını birleştirerek oluşturabileceğimiz (ve anayasal yeniden kuruluşa zemin oluşturacak) bu ekonomik-demokratik talepler manzumesinin bir taslağını geçen haftaki yazıda sunmuştum. İsyan düzeyindeki sosyal patlamaları doğuran koşulların olanaklarını gözeterek bunları çeşitlendirip, olgunlaştırmak mümkündür.