Hacıyolunu beklerken…

Yazacaklarımın, başlıkla bir alakası yok. Bu laftan sonra, okumaya meraklısı çıkar mı acaba?

2021 başı, iki sarsıcı olayla bitişerek başladı. İlki ABD Kongre binasına Trump’ın itelemesi ile yapılan baskındır. Yer yerinden oynadı. Halen ne olacağına dair, durum belirsizliğini koruyor. Biden’ın çeki düzen vereceğini umanlar, onun gelişini beklemede.

İkincisi ise, şu meşhur WhatsApp’ın kullanıcılarına koşul olarak dayattığı yeni seçenek. Toplanan verilerin, ortağı olan diğer medya platformu, yani FaceBook ile ortak kullanılacak olması…

Her ikisi de ortalığı tozu dumana kattı.

TRUMP FENOMENİ

Trump’ın düştüğü durum anlatılır gibi değil!

ABD’nin başkanı olan bir siyasetçinin, bu hallere düşeceği, rüyada görülse hayra pek yorulmazdı.

Öyle ya orası liberal demokrasinin beşiği, demokrasi, özgürlük ve insan haklarının rüya ülkesi ve bunların dünyaya tevziatının nasıl yapılacağına ilişkin karar verilen genel merkezi olarak tanınıyordu.

Olan ve bitenden sonra, üçüncü dünya sınıfına giren cem-i cümle ülkeler, ‘yok artık!’ deme noktasına bile geldiler.

Galiba Amerikan rüyasına, ABD’nin kendisinden başka, kimse bu denli zarar veremezdi ve şimdi biz ahir ömrümüzde, bunu da görmüş olmanın, sevinçli telaşını ve müthiş deneyimini yaşıyoruz.

ABD liberal demokrasinin beşiği sayılır. Kurallar, düzenlemeler, kurucu babalarının vaz ettiği amalgam değerler bütünü ile ABD halkında da bunların tümüne sahip olduğu algısı, hayli kökleşmiştir. ABD, enlerin her türlüsünün, en büyüğüne sahip ülke olarak, hem dünyada hem de kendi coğrafyasında kabul görmüştür.

Bir zamanlar, ABD’den ortak çalıştığımız bir akademisyen, beni Teksas’ta gezdirirken, bildiğinin gizli tatminini yaşamak için, bana sorular soruyordu. Üstünde yol aldığımız dörderden sekiz şerit yolda, bunu nasıl buldun, sizde de var mı diyordu! Muziplik olsun diye, biz var olanları yıkıp gidiş, geliş tek şerite yeniden indirdik; doğala ve aslımıza dönüyoruz; yakın da siz de bu uygarlığa yeniden erişirsiniz deyince, dalga geçtiğimi anlayıp bozulmuştu. Sonra da içinde Teksaslı petrol zenginlerinin yaşadığı bir ormanlık vaha alana gittiğimizde, o orman içindeki devasa malikânelere bakıp, bunlar nasıl böyle zengin oluyorlar aklım almıyor diye söylenmişti. Orta sınıf Amerikalının, profesör de olsa, nasıl bir liberal kifayetsiz olduğunun iyi bir örneği idi yaşadığı ve çektiği peklik sıkıntısı. Sistemin ve sermayenin, kapitalizmde kendisini nasıl ürettiğine dair bir paragraf laf söyleyince, yüzüme başka bir gezegenden gelmiş varlık gibi bakmıştı. Muhtemelen bir şey anlamadı, ama sustu…

ABD hem dünyanın en borçlu ülkesi ve hem de sokakta yaşayan milyonlarca yoksul insan sayısı bakımından, en büyüklerden birisi. Tabii bunu ne dile getirirler, ne de öğünürler. ABD’de yaşayan bir arkadaşın paylaştığı gözlemlerini özetlersem, yaşadığı bölgenin dışına ömür boyu çıkmayan, cips kâsesi, birası ve televizyon önündeki koltuğuyla tam bir simbiyotik hayat süren ve dünyayı kendisine tanıttıklarının ötesinde zahmet edip öğrenmeye çalışmayan, devasa insan kütlesinin bulunduğu bir ülke diye tanımlıyordu ABD’yi. Düşününce, halk olarak, neredeyse hayatı değerlendirme okuryazarlığında, bu millete açık ara fark bile atabiliriz.

Trump işte bu Amerika’ya oynayan, onları yeniden parlatmaya çalışan ve beyaz olmaları ile gurur duymalarını yeniden sağlayan bir siyasetin aktörü olmaya çalıştı. Muazzam kitleleri konsolide etti ve “Büyük Amerika” kuruculuğu şiarını yeniden ayağa kaldırdı. Her tür faşizan ve ırkçı eğilimleri de içinde absorbe ettirerek.

Ne ki, frenin nereden sonra tutamayacağını hesap edemedi. İlk azilden kurtulmuştu. Bu satırların yazıldığı sırada, Temsilciler Meclisi, ikinci azil işlemini kabul etti. Senato’da kabul ederse, bu kez gitti gider. ABD hukukuna bakılırsa, Biden’dan sonra bile azil olabiliyormuş. Bu azil gelirse, ömür boyu bir daha kamu yaşamına dönüşü olamayacakmış…

Bunu da tabii Trump düşünecek. Gardını nasıl alacak, seyredeceğiz…

ABD ÇIKIŞLI BİR SÖYLEM: LİBERAL DEMOKRASİ

Dedik ya, “ABD liberal demokrasinin beşiği sayılır”. Bu söylem, beşikten kertme olanlar için, çok kıymetli bir tespittir. Öyleyse varılması gereken hedef, ABD’nin bu doğrusuna erişmektir, hayranları bakımından. Öyleyse haydi, liberal demokrat olalım. Hızını alamayanlarımızın içinde kendisine ‘liberal sağcı’ diyenleri de var. Son zamanlarda nerede nasıl üretiliyorlarsa, tövbekârlıklarını, ‘liberal solcu’ olmalarıyla açıklayanlar da çıktı. Liberalin sağcılığı anlaşılır da, solcusu hangi sosla hem liberal ve hem de sol cenahtan olur; bilemedim. Tabir caizse, ‘Allah işlerini, güçlerini rast getirsin’…

Liberal sözcüğünün tanımı zengindir ve fevkalade kendinden menkuldür. İçinde taşıdığı kavramlara bakılırsa, her şeyin şeysi olduğunu söyleyebiliriz. Neler yok ki: Özgürlük, bireycilik, hoşgörü, özerklik, çoğulculuk ve tarafsızlık, öz-sahiplik falan. Bu konuda kelam edenler, liberalin bireyciliğini de felsefi, siyasal, sosyolojik, iktisadi bireycilik olarak bölüklere ayırırlar. Ahvale ve ahkâma uygundur.

Hepsinin sosu demokrasidir. Kapitalist bir iktisadi düzende, demokrasi ne menem bir mekanizmadır(?); hakkında çok yazılıp, çizilmiştir. Ama bir değini cümlesi daha yazılabilir. Liberal demokrasi, sermaye demokrasisidir. Yani demokrasi, üretim araç gereçleri ile ve teknolojisine kim sahipse, onun demokrasisidir. Kısaca sınıfsaldır. Sermaye sınıfının özgürlüklerinin, laf gediğine tam otursun, onun ‘diktatoryasının’ garantisidir.

Sermaye sınıfı, liberalin dışındaki diğer demokrasi biçimlerini ‘tü kaka’ etmek için, örneğin, ‘proletarya diktatoryasından’ söz etmeye bayılır. Yani emekçi sınıflara özgü bir demokrasi, onlara göre oldurulmaması gereken bir sosyal olgudur. Öyleyse ne yapılacaktır. Ona gidişatla ilgili her yol tıkanacak ve sonra “hepimiz aynı gemideyiz” masalı anlatılmaya devam edilecektir. Sömürünün adı “iş barışıdır”. Liberal demokrasi için istenen “istikrardır”. İşsizim, açım, geçinemiyorum şikâyetlerine eşlik eden belgi, kişinin anasını, yanına alıp gitmesi reçetesiyle karşılanmaya çalışılmaktadır.

Şimdi iyi biliyoruz ki, diktatorya denilen hadise, sınıfsal çıkarın galebe çalmasıyla, diğer sınıflar üzerinde zor hukukunun tahakkümünden başka bir şey değildir. Zor deyince, hemen akla kafa, göz yarma falan gelmesin. Zora bunlar da dâhildir. Ama zorun çok barışçıl gibi görünen tarafları da vardır. Mesela hukuk kavramı ve yapısının kendisi, zorun en barışçıl yüzü sayılmalıdır. Hukuku hukuk yapan, yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Grevi yasaklayan bir hukuk, emekçi sınıf adına zoru belirler, sermaye sınıfı adına ise istikrarın garantisi olabilir…

Gibi, gibi…

Bir cümle dedik uçtuk gitti…

WHATSAPP YA DA DİJİTAL ZORBALIK

Bu işin sıradan takipçilerinden birisiyim. Uzmanları yanında birşeyler yazmak doğru değil. Dijitalleşme çağının en büyük dört devi Google, Microsoft, Facebook ve Twitter, 2018 de bir araya gelip, “Data Transfer Project” (DTP) sistemini hayata geçirdiklerini açıkladılar. DTP, “İnsanların bilgilerini internet ortamında, özgürce transfer etmelerini sağlayan yeni araçlar geliştirmek için açık kaynaklı bir veri aktarım girişimi” olarak tanımlandı. 

Bir şey anladık mı? Uzmanları ne olduğunu bildi, ama benim gibi olanlarının aklından, “hayırlı olsun” demek geçmiştir herhalde.

Bu dev ortaklığın içinde, 1998 de kurulan Facebook da vardı. Yıllar içinde, kendisini yeni sosyal medya kanallarını bünyesine katarak, yani kapsama ve mülkiyet alanına alarak genişletti. Neydi bunlar: WhasApp ve Instagram. Facebook’un gömülü mesajlaşma aracı olan Messenger’ı da bu ağ zincirinin içinde değerlendirmek gerekiyor.

Sosyal medya dediğimiz bu alanda, her yapıp ettiğimiz, ‘bedava’ gibi görünüyor. Yani bir akıllı telefon veya bilgisayardan, bu sitelerde, kendimize, istediğimiz kadar hesap açıp, birinin bizi gözetlemesine fırsat vermeden ayçiçeği gibi açılıp, saçılıyoruz. Eh bedava işin yahnisi de başka bir lezzette oluyor. Bu şirketler topluluğu, nereden para kazanacak? Tabii ki reklamlardan! Ne reklamı olacak? Bedava olarak duhul ettiğimiz bu ortamlarda kendimiz, kendimizi mal olarak her türlü bilgi, ilgi, beğeni ve bil cümle özelliklerimizle orta malı kılıp, bize ne reklam yapılsın verisini, bu hazretlere taktim ediyoruz.

Biz kimiz; renklerden hangisi uğurlu rengimiz; şanslı günümüz nedir; hangi kıyafetleri beğeniriz; ne düşünür, ne yeriz; dünyayı dolaşırsak hangi otelde kalır, hangi tayyare ile oraya gideriz. Dul muyuz, evli miyiz? Evimiz varsa, hangi koltukta oturuyoruz; televizyonda neyi seyrediyoruz, hayata kızgın, küskün yoksa iyimser mi bakıyoruz? Kitap okuyor muyuz veya evlenmeyi düşünüyor muyuz? Bir siyasi düşüncemiz varsa belki liberal sağcı yoksa liberal solcu muyuz? Yani akla gelen, gelmeyen bizi biz yapan milyonlarca kişisel verimizi bu ortamlarda nasıl paylaşıyoruz?

Yani bedava girişe karşı, biz bu kadar mal haline dönüşürsek, veriyi toplayanlar da bunu ne yapacaklarına, nasıl birleştirip, nasıl paylaşacaklarına elbette bir karar verecek.

Zaten, DTP projesi ile bunu yapıyorlardı! Şimdi ağın içinde, bunun yeni düzenini, yeni baştan kuruyorlar ve yaptıklarını hukuk içine oturtuyorlar.

GATT anlaşması, Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) anayasasıdır. Bir ihtimal, bunun gerektirdiği hukuki bir düzenleme gündeme gelmiştir. WhatsApp verisi de şimdi Facebook ve Instagram verisi ile birleşme aşamasına rücu etmiştir.  Bunun açıklaması, malumun ilamı, yani bilinenin, herkes tarafından bilinmesi, işinden başkası değildir.

Aman efendim, bir vaveyla ki, duyma gitsin. Neyi nasıl yapacağız; başka bir medya ortamına geçsek, kişisel bilgimiz saklı kalacak mı falan?

Diyelim ki bu sözleşme şartı olarak dayatılmasaydı ve şirketler arası açık veri paylaşımı ilan edilmeden yürürlüğe sokulmuş olsaydı, kendime soruyorum; nereden haberim olacaktı?

Diyelim ki ‘Trendyola’ girdiniz, bir ayakkabı beğenip, özelliklerine baktınız. Daha bakarken, ekranınız da bir mesaj beliriyor; size mesaj gönderelim mi? Hayır demenizin bir kıymeti yok! Ertesi günü aynı ortamdan başka bir mesaj: Dün bu pabuca baktınız; bu yenisi, bunu beğenebilirsiniz!

Posta kutumda temizlik yapıyordum. Bakma fırsatım olmayan binlerce ileti arasında ‘Kutsal Google’ bu yılbaşında, 2020 yılında nerelere gitmişim, arabamla kaç kilometrelik yol almışım; hangi mağazalara uğrayıp, hangi kitapçıdan alışveriş yapmışım ve daha yüzlercesi, bunlara dair bana rapor sunuyor. Sen busun işte efendi diyor. O zaman farkına vardım ki, konum düğmesi açık. Hele araba kullanırken, konum açık olmazsa, hangi sokağa döneceğimi nasıl bilebilirim; değil mi ya efendim?

Bu dijital dünyanın kolaylığı mı yoksa zorbalığı mı?

Bu portalda yazan değerli arkadaşım Cüneyt Göksu (bu işlerin gerçek uzmanlarından birisidir) çok aydınlatıcı bir yazı yazdı. Ondan bir satırlık bir alıntı yapayım: “Bedava platformlardaki kural şudur: “Eğer kullandığınız bir ürün için ödeme yapmıyorsanız, ürünün kendisi siz olursunuz!” Doğru söze ne denir!

Artık sonuna gelmeliyim.

BAĞLAMA

Trump’ın ABD liberal demokrasisi, iktisadi bireyciliğinin özelliklerinden çeşnilenen neoliberal kapitalizmin yeni bir zorbalığını bize öğretiyor. İster adına bilimsel teknolojik devrimin dijitalleşme çağı deyin, isterse başka bir ad bulun. Uygarlaşmanın bir bedeli var. Uygarlık da sınıfsal, sosyolojik bir kavram. Uygarlığın ve bilimsel bilginin, ticari bir mal haline gelmesinin adı ‘teknolojidir’. Kuşkusuz teknolojinin nimeti kadar, belasının da olduğunu unutmamak gerek. Yahut teknolojiyi, toplumun başına bela edecek demokrasi kavramından, insana yaraşır ve toplumların yaranına eşit olarak sunulan başka bir demokrasiye geçmek için bunu bir yol sinyali olarak anlamamız gerekiyor.

Yani ‘hacıyolunu’ bekler gibi, bu umudu taze tutmak ve umut etmenin ötesinde toplumsal kurtuluş için uğraşmak, daha da fazla boynumuza borç oluyor.

Yazının başlıkla ilgisi yok demiştim.

Bakmayın öyle söylediğime…

nuriabaci@gmail.com