Varoluşun en derin sorusudur yaşamın anlamının ne olduğu. Kesin bir yanıtının olmadığını düşünür kimileri; "Nefes almak yeterli." der birileri; iyi bir kariyer, mevki, para, güç, vb. diye yanıtlar öteki. Yaşamın anlamı konusunda gerçeğe yaklaşmayı beceremeyenler, bireyi düzeltilmesi, yol gösterilmesi gereken şaşkınlar olarak gören siyasetçiler, kişisel gelişimciler, ve kendi yaşayamadıkları hayatı çocuklarına dikte eden ebeveynlerdir. Yaşınız, cinsiyetiniz, mevkiniz ne olursa olsun yaşamın anlamı sevgi, emek ve merhamettir. Konuşacağınız, paylaşacağınız, uğruna emek harcayacağınız dost, sevgili, eş edinmemişseniz; iyi, erdemli ve onurlu bir yaşam sürme gayeniz yoksa, kaçınılmaz olan acıya karşı duyarlı bir tutum benimseyip başkalarının acısına ortak olmayı bilmiyorsanız yaşamın anlamını ıskalamışsınız demektir.
Psikanalist James Hollis, "Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı" adlı kitabında anlamlı bir hayat sürmek için genel bakış açımızı kökten dönüştürmeyi hedefliyor ve bunu nasıl yapabileceğimizi teker teker açıklıyor. İşinden, eşinden, ilişkilerinden dolayı mutsuz hatta umutsuz olanlara zorluklarla baş etmek için özellikle yaşamın ikinci yarısında aynı kalıpların içinde yüzerek geçmişin verileriyle yaşamak yerine kendimizi ciddiye almamız gerektiğini, iç dünyamızda yüzleşemediğimiz her şeyin dış dünyaya yansıyacağını, bilincin bilinçdışının gücünden ancak büyük acılar çektikten sonra kurtulabileceğini söylüyor."Yaşamın ikinci yarısında birçok yenilgi ve hayal kırıklığı deneyimleriz. Arkadaşlarımızı, çocuklarımızı, enerjimizi ve son olarak da kendimizi kaybederiz. Bunca yenilgiye rağmen kim ayakta durabilir? Fakat yaşam görevimiz, hayatın ilk yarısının kazanmak ve elde etmekten oluşan gündemini nasıl benimsediysek, yaşamın ikinci yarısının kayıplardan oluşan gündemini de aynı biçimde kucaklamamızı ister." derken şansın / anlamın hep var olduğunu, kişinin anlamı yakalaması için karşısındakinin burun ucundaki aydınlığı görmesini öğütlüyor.
Bilirsiniz... Yaşamlarında eksik olduğunda deliye dönseler de kadınlar erkeklerden, erkekler de kadınlardan şikayetçidir. Karşılıklı pek çok farklı beklenti içine girerler, genelde içlerindeki muazzam boşluğu doldurmayı beceremezler, tamamlanma ihtiyaçlarının hayat boyu süreceğini göz ardı ettiklerinden tekrarlanan kedere, düş kırıklığına karşı öfkelenirler. Halbuki dokunamadıkları yaralarda gizlidir hayatın anlamı, kadın ve erkek olmanın dayanağı. Yaraları da sevmeyi bilseler, birbirlerine eşit derecede emek verebilseler hayatın gayesi sarıverir onları.
Nöro-psikiyatri profesörü olan Louann Brizendine "Kadın Beyni" ve "Erkek Beyni" adlı çok satan kitaplarında kadınların ve erkeklerin bebekliklerinden yaşlılıklarına kadar aynı durumlar karşısında farklı tutumlar sergilediklerini; kadınların günde 20 bin, erkeklerin 7 bin kelime sarf ettiğini; erkeklerin sorunlar karşısında ıstırap çekmek yerine çözüm arayışında olduğunu; kadınların ise erkeğin ifadesiz yüzünü ilgisizlik, umursamazlık olarak değerlendirdiğini; erkeklerin kadınlardan üç kat daha fazla cinsellik düşündüğünü; kadınların erkeğin ne söylediğini, ne yediğini, ne giydiğini, ne hissettiğini hatırlayabileceğini ancak erkeklerin kadının seksi görünüp görünmediği dışındaki bütün ayrıntıları unutacağını söylüyor. Bunları farklı beyin yapısına, hormonel ve kimyasal biyolojimize bağlıyor.
Testosteron ve östrojenin önemi ile etkisi yadsınamaz ama insanların yaşam koşullarını, sosyo - ekonomik durumlarını, etnik ve dini tavırların yansımalarını, travmatik yaşanmışlıklarını göz ardı ederek yapılan bu tip genellemeler sağlıklı bir toplum inşa etmez. Yukarıda verdiğim örnekler için "Aaa, evet, tam da böyle." diyenler olacaktır, bunu deme sebebini ise yetiştirilme tarzında, toplumun dayattıklarında, ataerkil yapıda bulacaklardır. Oysaki kadınlardan daha fazla konuşan erkekler, cinselliğe erkeklerden daha düşkün kadınlar, hatırlamanın / hafızanın mutluluğuna erişebilmiş erkekler de vardır. Yazar, her iki cinsiyetin de salgılar sayesinde eş seçiminde bulunduğunu ileri sürerken bir grup kimyasalın içimizi titretmesiyle o kişiye odaklandığımızı belirtiyor fakat karşımızdakinin burnunun ucunda gördüğümüz aydınlıktan bahsetmiyor.
Beyinde cinsiyet temelli farklılıklar üzerine yürütülen araştırmalar, büyük oranda; yanlış yorumlama, yayın ön yargısı, zayıf istatistiksel güç ve yetersiz kontrol gibi güvenilirliği ve geçerliliği olumsuz etkileyen bazı unsurları barındırır. Genel olarak, kadınların beyninin empati ve sezgiye bağlı olduğu söylenirken erkek beyinlerinin akıl ve eylem için optimize edildiği söylenir. Bilim ve teknoloji gelişmiş olsa da cinsiyetçi dünya kendinden ödün vermez lakin beyin de tıpkı karaciğer, böbrekler ya da kalp gibi cinsiyet farklılığı göstermeyen bir organdır.
Kadınlar mantıksız, erkekler de duygusuz değildir elbette. Duyguları salt kadına has kılmak, mantığı yalnız erkekte aramak manasızdır. Bazı insanlar hayata daha hassas, daha kırılgan bakarlar başkalarınınki gibi daha sert bir kabukla doğmadıklarından. Bir başkasının hiç önemsemediği şey, diğerinin kalbinde deli dalgalar oluşturabilir, böyle bir hassasiyet derinlerde bir yerde kök salabilir, kadın - erkek fark etmeksizin mantığın devre dışı kaldığı anlar olabilir. Mühim olan yaşamımızın ikinci yarısında da yaşamın gayesini algılamış kadınlar ve erkekler olarak yapamadıklarımızdan dolayı ağlamak yerine yaptıklarımızdan ötürü gülmeyi becerebilmektir.
KÜNYELER
Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı, James Hollis, Çev: Kerime Dalyan, İletişim Yayınları, 2020.
Kadın Beyni, Louann Brizendine, Çev: Zeynep Heyzen Ateş, Say Yayınları, 2018.
Erkek Beyni, , Louann Brizendine, Çev: Gül Tonak, Say Yayınları, 2019.