Geriye kalanlar…

Haftanın her gününe ayrı bir adrenalin havasıyla uyanmak, alışkanlık ve unutkanlıklarımızın yeni bir boyutu ve biçimi oldu…

Yakın tarihin son birkaç ayını şöyle bir hatırlamaya kalkalım… Acı ve acımasızlığın, hayret ve içeriden kuşatan ıstırabın, sonrasında unutkanlığın derinden yaşandığı ne günleri devirip geçtik…

Hem de istisnasız suya yazılmış hayat parçaları olarak.

Şüphesiz kendi hayatımızı birinci elden alt üst eden, tam ortasına vurup bizi dağıtan bir şey yoksa anında unuta yazdığımız, birkaç “vah vah” la geçiştirdiğimiz ve kaldığımız yerden sürdürdüğümüz bildik ve sıradan günlerdeyiz yine…

***

12 Kasım günü iki otobüsle Gazi Eczacılığın bahçesinden, Fakülte olarak düzenlediğimiz “GPSS” kongresi için Antalya’ya hareket ediyoruz…

Yüzlerde, beraber olmanın sıcaklık ve yaşça en küçükten en büyüğe paylaşmanın dayanılmaz hafifliğini, mutluluk ve keyfe katık ederek. Yan yana oturmak isteyenlerin koyu sohbetleri, birbirine hafif yollu takılmalarla daha da gevşeyen ve ısınan yol arkadaşlıkları falan…

Günün sürprizine, Antalya’ya, Afyon-İzmir yolu üzerinden değil de, Konya asfaltı tercihiyle başlamak… Nedeni kısa ve öz! G20-Antalya zirvesi ve alınan güvenlik önlemleri, bizi daha Ankara çıkışında karşılayıveriyor… Kontrol noktaları, hatta yolda geri çevrilmelerden falan bahsediliyor… Aldırmadan, kendi havamızda ve tedbirlere razı ve gölgesinde şarkılarla, türkülerle gidiyoruz…

Otele geldiğimizde bizi önden gelenlerimiz ve tesise konuşlandırılmış yüzlerce emniyet mensubu karşılıyor. Hepsi çocuk-delikanlı yaşında, kimisinin doğru dürüst sakalı bile çıkmamış, çoğunlukla mahcup taze ve göz ucuyla bizi izleyen polisler ve bir de biz kongrenin katılımcıları, odalarımıza yerleşiyoruz. Çim saha maç yapsak, neredeyse eşit sayıdayız. Bizlerin elinde kalem, kâğıt, kitap; devriyeye çıkan polislerde ise tabanca, tüfek, jop, kalkan. Birbirimize bu kadar yakın ve bu denli uzak. O çocuk yüzlü delikanlıları benim gibi bir de kent meydanlarından, yürüyüşlerden, yakından falan tanıyanlarımız var. Gaddar, düşman ve üzerine gönderildiklerinin öğütücüsü, yok edicisi bir savaş makinesi olarak. Bazılarıyla denk düşüp, ayaküstü bile konuşuyoruz. İmrenen ve göz ucuyla hayranca süzerken, “siz hoca mısınız” diye soran meraklı polis delikanlılar… Orada ne yaptığımızı hayli merak ederken, denizin, havuzun dibinde oturup da, sabahtan akşama toplantı salonlarına kendimizi neden kapadığımızı bir türlü anlayamadan… Sonra da onlarla beraber, onların koruması altındaki Obama, RTE, Putin ve diğerlerine üçüncü derece emniyet alanı uzaklıkta ve aynı göğün altını paylaşarak birkaç gün geçiriyoruz…

***

Kongrenin gidişatı mı? Sabah erken saatlerde uyanmak; sevinçli bir telaş ile katılacağımız ilk oturum için hazırlık yapmak… Tam da o sırada, bir şafakla beraber, TV kanallarında bu kez Paris katliamına ilişkin ilk haber ve kareleri almaya başlamak…

Dünyada ve bizim otelde de bir yas havası… Paris bombacıları tandık, bildik taşeronlar. Yani G20'ye gelen kimi ülke siyasetçilerinin yetmesi ve yetiştirmesi. Sonra ve artık onların da cehennem zebanisi…

Suruç ve Ankara ve belki de o sıralarda birçok Türkiye kentinde, aynı canlı bombalarla, IŞİD adıyla maruf örgütün sergilediği yeni bir beceri, bu kez de Avrupa’nın göbeğinde Paris’te Fransızları vuruyor…

G20 daha başlamadan RTE için en çarpıcı ve vurucu demeçler ve memleket siyasetçileri için çökmüş Suriye projesini ayağa kaldırmak için yeni bir fırsat doğuyor. Öyle ya; dün silahlandırdığımız, kamplarda eğitip, Esad’ın kellesini almak için Irak ve Suriye’ye saldığımız, yaralılarını hastanelerde baktığımız ve söz gelimi İstanbul’un göbeğinde komuta toplantılarına mekân açtığımız bir cani ordusu, dün bizi Ankara meydanlarında nasıl vurduysa, bu kez de Fransızlara korku salmak üzere tarih sahnesine çıkıyor… Dahlimiz ve vebalimiz, onca büyük olmasına ve yansıra, İngiliz, Fransız, Amerikalı ve bilcümle benzeri ülkeye ait şeriklerimizin, örgütün kurulmasındaki rolü bizim boyumuzu da aşmasına karşın, bu sefer de G20 liderleri olarak televizyonlara çıkıp bu dramı lanetlemek ve yas tutmak için birbirine sarılmış siyasetçi tuluatını seyretmek mecburiyetinde de kalıyoruz…

Hem televizyonlara bakıyoruz, hem olayın dehşetinde o en büyük “abi” ülkelerin bile çaresizlik ve beceriksizliklerine şaşarak, yani ve kısacası sonrasındaki uluslararası dayanışmaya biraz da içimiz acıyarak bakmak, bizleri daha da sersemletiyor… Fransa ne kadar sınır kapısı, karakolu, hava alanı, deniz limanı, karayolu varsa hepsini kapıyor. Olağanüstü hal ilanını, sokağa çıkma yasağını ve şehrin ortasında asker postalı ve zırhlı araçlarını Paris görüyor. Bizim için olağan manzaralar, Avrupa’nın göbeğinde resmigeçit yapar durumda…

Yine de bizim içimiz hep ve biraz acıyor… Değil, ölümüze yas tutmak ve söz gelimi ve en son olarak Ankara’da bizim yüzlerce ölümüze ne kendimiz doğru dürüst saygı duruşunda bulunabilmiş idik; ne de kendi siyasetçilerimizden bile biraz insanca yaklaşım elektriği almış idik. Bırakın dünyanın diğer milyonlarının, Fransız yasına, siyah kurdele ve Fransız bayrağının renklerini sosyal medya sayfalarında paylaşabilmiş olmasına benzer bir şeyi, kendi ölülerimize burada sevinen kendi siyasetçilerimizi ve bu ahalinin bir yarısının, öteki yarısına beslediği düşman nefretini görmenin ve “oh iyi oldu” sedalarının kulağımızı tırmalayan hayal kırıklığını yaşıyoruz. Yani Türkiye’de insanlar katledildiğinde, ucu kırık, silik, soluk, cılız ve sessiz kınamalar dışında bir ses duyulmazken, büyük ülkenin yasının nasıl da büyük olduğunu şaşarak ve kınama kuyruğuna giren memleketlerin sayısının tüm Birleşmiş Milletler kavimleri olduğunu öğrenmekten yorgun ve gıpta içinde kalıyoruz…

***

Bizim kongre kendi havasında yürüyor… Kendi aramızda bilim denilen hadisenin kuytuluklarında sözümüzü konuşuyoruz falan… Ne ki kongre bile, Paris ve G20 olgularının yanında kendini onun havasına kaptırıp, neredeyse güme gidiyor…

RTE, fırsatı fırsat bilmiş. İlk uluslararası ve yasal olmasa da resmi başkanlık provasını Antalya’da yapıyor… Adını hatırlayacak mısınız (?) bilemem, Türkiye Başbakanı Davutoğlu, Antalya sınırları içinde yok ve esamisi okunmuyor. RTE, ego tatmininde, pardon sevgi gösterisinde, Obama’nın yanağını okşayarak ve kurucu ögesi olduğumuz taşeron IŞİD’e Paris üzerinden saldırarak, Türkiye’nin eski Suriye tezlerini G20'de ev sahibi aktör sıfatıyla pazarlıyor… Obama ve yanak meselesi,  RTE’nin elinin kalkma açısıyla, o noktaya Obama’nın yanağını uzatma mesafesinin, deklanşöre yansıyan yanlış açısı diye yalanlansa da, anlaşılan beysbol sopalı resmin rövanşı da galiba böylelikle alınmış oluyor…

G20’nin en çarpıcı, en gaddar vurgusunu Putin yapıyor. IŞİD destekçisi ve onun maddi, manevi kurucusu olan G20 ülkelerinin olduğunu, katıldığı G20 toplantısındaki liderlerin suratına tokat gibi patlatıyor. Ne ki siyaset böyle bir şey olsa gerek, “yarabbi şükür” ebleh bakışları ve suskunluğuyla, kimse meseleyi üzerine almıyor ve o ülke liderleri, yutkunarak meseleyi geçiştiriyor…

Sadece bu mu (?); Türkiye temsilcisi RTE’nin Paris işinden de medetle ve terörü bu kez lanetleyerekten Suriye politikasına yeni şekil verme çabaları bir defa daha akamete uğruyor. G20, patronlar kulübü olduğunu, patron olamayıp, “mıştır” gibi yapanlara bir defa daha hatırlatıyor ve ülkem, siyaset fakiri yalnızlığına teğet geçildiğini bir defa da görüp, anlıyor… Artık ve bundan sonra elimize yeni kâğıt, yeni fırsat gelsin diye, başka bir iskambil oyunu için gele turlarının devri daimi başlıyor…

G20 kürsülerinden, basın toplantılarından, medya önü hasbıhallerden RTE parıltılı demeçlerine yenisini ekliyor. Patronlara sesleniyor; çok kâr etmeyin. Kazandığınızı çalışanlarla, yoksullarla paylaşın falan diye keramet buyuruyor. Bu düet yapma, Ali Koç’tan geliyor. Engels vari, çıkış yapıp, meselenin kapitalizmin yarattığı eşitsizlik olduğunu, onun yıkılması gerektiğini vurguluyor… Duyanlar kulaklarına, duymayanlar da bu rivayetin hikâyesine inanamıyor. Yoksa bir gece de, durup dururken ve aynı aktörler marifetiyle memlekette emekçi iktidarı mı gerçekleşti diye hayretleri şaşıyor… Bu laflara yorum yazmak bile abes kaçıyor…

Netice (?) sorusuna halen verilmiş doğru dürüst yanıtımız yoktur…

Yani bu denli hem yok, hem de ebleh sayıldığımızın yeni örneğini G20'den geriye kalanlara baktığımızda daha iyi anlamamız gerekirken umarım yerimizde saymayacağız…

RTE her şeye karşın kara harekâtıyla Suriye’ye dalma heves ve çabasındadır… G20 ile yapmış olduğu gösteriden sonra Anayasal başkanlık hesabının tutmasına savaşla maya çalmanın kapısındadır.   

Futbol maçında olduğu gibi, ahalinin bir yarısı, kâfire cihat açan IŞİD yanında ve içindedir. Bulunduğu yeri tekbir getirip, ıslık öttürerek cümle âleme göstermektedir…

Öyleyse ve bu akıl tutulmasına mutlaka son vermek, bütün önceliklerden daha öncelikli olarak önümüzde durmaktadır…

Yani doğru dürüst bir halk cephesi olmak, asgari bir hamle yapmanın gündemini ve nabzını tutmak kendini solda sayanların önlerindeki acil konu olarak ortada durmaktadır…

Birkaç günden geriye en somut kalan budur…

Bu iktidar zihniyetini değiştirecek bir sol irade kurulamazsa, kısa ve uzun vadede bu memleketin rahat ve huzuru yoktur.

Lafımın bütünü, kendini bu işlerin öncüsü sayanlara sabah sabah armağan olsun… 

nuriabaci@gmail.com