Geç kalmanın sıkıntıları

İktidarın ömrü ya da muhalefetin muhtemel zaferi üzerine yazmanın pratik yani işlevsel bir anlamı ya da yararı vardır herhalde. Yoksa neden siyaset üzerine yazalım ki? Siyaset nihayet iktidar olmakla ilgilidir. Kim iktidar  kim değil, kim olabilir ya da kim iktidardan düşebilir bunlar siyasetin konusu değil mi? Öyledir ve güncel politika umutlarla, hayal kırıklıklarıyla doludur. Bu da bize kestirme, kesin öngörülerden, sonuçlardan kaçınmak gerektiğini söyler. Burada sol açısından zorluk ya da durum, solun gücünün, siyaset alanındaki yerinin belirsizliği, bu belirsizliğin nasıl aşılabileceğinin pek fazla tartışılmıyor, dolayısıyla bilinmiyor olmasıdır. Belki de tartışmayı verimli kılmak için kuramın yol göstericiliğinin genel olduğu, güncel siyaset konusunda pratik anlamının sınırlı olabileceğidir. Bu türden bir cümle kurulduğunda alarm zilleri çalar; hep öyle olmuştur, sağlam bir tanık bulunamıyorsa “sen ne demek istiyorsun” türünden keskin  bir itirazla karşılaşmak kaçınılmazdır. Neyse ki sağlam bir tanığımız var. Engels şöyle diyor: “Marx’ın tarih teorisi, sürekli ve tutarlı tüm devrimci  taktiklerin temel koşuludur; bu taktikleri keşfetmek için, bu teorinin, söz konusu ülkenin ekonomik ve siyasi koşullarına uyarlanması gerekir.” (Seçme Yazışmalar-2, Zasuliç’e mektup, sf.194. Sol Yayınları)  Peki, bu alıntı yeterli olur mu? Kanımca olur. Engels’in söylediği tamı tamına budur ve güncel politikada yol alırken, her adımda kuramdan bir alıntı aramak yerine kuramın yöntemine ağırlık vermek gerekecektir.

Bunu başardığımızı varsayarak, konuya daha sonra tekrar dönmek üzere, devam edelim.

MEMLEKET MESELELERİ

Ne kadar güvenilebilir bilmiyorum ya da bilmiyoruz ama kamuoyu yoklamaları iktidar partisinin ve ortağının önemli ölçüde oy kaybettiğini söylüyor. Oy kaybına karşın hâlâ birinci parti konumunu koruyan iktidar partisinin seçimlerde iktidarı bir koalisyona karşı yitireceği, cumhurbaşkanı seçiminde de adayını seçtiremeyeceği öngörülüyor. Kuşkusuz bu bir varsayımdır; yalnızca dürüst bir seçim  öngörmekte, seçim yasasında yapılacak değişiklikleri, örneklerini daha önce gördüğümüz kimi yasa dışı adımları, daha pek çok öğeyi dikkate almamaktadır. Ama iktidar partisinin ve küçük ortağının son dönemde, özellikle yerel seçimlerden sonra inisiyatifi yitirdiği, paniğe kapıldığı, alışık olmadığı savunma pozisyonlarına gerilediği, eski terminoloji ile, artık yönetemediği ciddi bir iddiadır. Gelişmeleri yakından izleyen gazeteci dostumuz Kemal Can’ın söylediği gibi “Tabanı gevşeyen, çatısı çatırdayan iktidar görüntüsü, artık sızan bilgilerle değil, taşan, saçılan rezaletlerle ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar arası iyi olan kesimlerle birer birer maraza çıkıyor. TÜSİAD’ı TOBBu ayrı ayrı ses yükseltiyor. En sağlam görünen esnaf ve çiftçi neredeyse ‘sivil itaatsizlik’ sınırında. Amirallerin bildirisi veya mafya hesaplaşması; pudra şekeri videoları ya da bakanlar hakkındaki ihbar mektupları gibi resimler, bir dağılmayı anlatıyor.” Pandemi ile mücadeledeki beceriksizlikler de tabloyu iktidar açısından içinden çıkılmaz hale getirdi. Belki bu analize ABD ile ilişkileri iç politikada kullanılabilecek “emperyalist güce kafa tutmak” gibi “milli” malzemelerden bile vazgeçerek, çok şeye katlanarak iyileştirme çabası da eklenebilir.

Kemal Can bu durumu “çuvallama” olarak tarif ediyor, muhalefetle ilgili hemen herkesin dile getirdiği eleştiriyle tamamlıyor:  “Bu durum, onun sonunu hızlandırabilir ama henüz kimsenin gelişinin garantisi değil. Çünkü ortada hâlâ başka bir hikâye yok.” (Duvar Gazetesi 5 Mayıs 2021, Çuvallama günleri başlıyor)

İktidarı almayı amaçlayan muhalefetin böyle bir hikâyeyi yazıp halkın önüne koyup koyamayacağını bilemiyoruz şimdilik. Kemal Can’ın özetlediği tablonun iktidarı zor durumda bıraktığı söylenebilir ama muhalefetin zayıf noktasının hâlâ dış politika alanı olduğu, eski alışkanlıkların hâlâ geçerli olduğu da ortada. Öyle ki artık gözle görülür hale gelen, ABD emperyalizmi ile ilişkileri düzelterek çözmeye çalıştığı Kıbrıs, Yunanistan, Libya, Irak, Mısır, Suudi Arabistan, -belki şaşırtıcı gelebilir ama- Katar, Suriye, -Suriye konusunda Rusya da devrededir- gibi sorunlu alanlardaki başarısızlıklarda iktidar hızlı bir “milli ya da beka” kampanyasıyla, muhalefeti zor durumda bırakabilir. Bu alanda kimi kışkırtılmış sorunların muhalefetin süngüsünü düşürüp düşürmeyeceği meçhuldür.

BAŞKA BİR HİKAYE NASIL YAZILACAK

Aslında Sosyalist partilerin, HDP’nin ve gittikçe daha fazla hareketlenen sivil toplum muhalefetinin, yükselen kadın, çevre hareketlerinin, pandemi beceriksizlikleri nedeniyle genişleyen adeta kitlesel itaatsizlik eylemlerine dönüşen yasakları dinlemeyen spontan çıkışların yarattığı atmosferde, katı bir hiyerarşi gerektirmeyen bir ortaklıkla, eli yüzü düzgün bir hikâyeyle muhalefeti zorlamaları, iktidarı yenmenin koşullarını yaratmaları mümkündür. Hikâyenin özgünlüğünün, etki gücünün sırrı buradadır. Solun iç birliği ile nicel gücüyle değil çözüm önerileriyle ağırlığını koyacağı bir hikâye değişimin gerekliliği ve olabilirliği konusunda inandırıcı olabilir, halkın güvenini  kazanabilir. Söylemesi kolay, pratikte gerçekleşmesi zor bir durumdan söz ettiğimizi biliyoruz. Zor olmanın da ötesinde kuramsal ve pratik olarak mümkün mü diye sormak belki daha doğrudur. Kuramsaldan kasıt, birbirinden çok farklı bileşenlerin bir araya gelmesinin, “onlar beş veriyor biz yüz vereceğiz”den ibaret olmayan bir programla iktidarı değiştirme hedefinde  birleşmelerinin önünde engel bulunup bulunmadığıdır. Sosyalistlerin bu soruna verecekleri yanıtla, örneğin kapitalist sömürü düzeni ile barışık olmadıkları halde sosyalistler gibi düşünmeyenlerin ya da etnik temele dayalı programlarını doğal olarak öne alanların, dini duyarlılıkları farklı kesimlerin yaklaşımlarının birlikte mücadele etmeye engel olup olmayacağıdır.

Sosyalistler, sosyalist partiler açısından da konu çok basit ya da bugüne kadar çözülebilmiş, aşılabilmiş değildir. Hâlâ kapitalizm mi emperyalizm mi, hangisi önde gibi statik olmayan konuların tartışılıyor olması da bu tür engellere işaret ediyor.

Engels’ten yaptığımız alıntıya dönelim. Önce söylenmesi gereken, siyasette adım atmak isteyen sosyalistlerin  mücadeleyi yürütürken kuramı tümüyle bir yana bırakmamaları, siyasetle kuramı karşı karşıya getirmemeleri gerektiğidir. Çünkü o durum siyasete sosyalist olarak müdahale etmek değil, sosyalist kimlikten soyunarak tabi olmak anlamına gelir. Yapılması gereken, sosyalistlerin siyasal koşulların varlığını, nesnelliğini tanımaları o koşullara boyun eğmek değil, Can Soyer’in ifadesiyle “içerip aşmalarıdır”. Burada sosyalistlerin karşısına çıkan düzenle uzlaşmamak, “düzen dışı olmak” kaygısını da gözden geçirmek gerekiyor. Düzenle uzlaşma korkusu kimi zaman sosyalistleri sekterlik tuzağına düşürebiliyor. Soyer’in çözümlemesine kulak verelim. “‘Düzen dışı’ olmak adına verili zemin ve koşullar ile her tür ilişkiyi reddeden sekterlik, kapitalizmi yıkmayı değil, onun dışında kalmayı, kendi yalıtık mekanında sıfırdan bir toplumsal yaşam kurmayı öğütleyen liberal/ütopyacı perspektifle soy ortaklığına sahiptir. Zira devrimci siyaset, düzen ‘dışı’ değil, ‘düzen karşıtıdır.’” (Marksizm ve Siyaset. sf.252-253, Yordam Kitap) Öyleyse sosyalistler hareket geçmek siyaset yapabilmek için “kuramın birebir örtüşeceği koşulları aramayacağı gibi siyasal mücadelenin süreci içinde ortaya çıkan her yeni olguya da kuramda öngörüp öngörülmediği açısından yaklaşmayacaktır.”(Age, sf.259)

***

Nihayet bu anlatım da soyut, genel, coğrafyasız sayılabilir. Öyleyse daha somut, Türkiye’de siyaset yapmanın pratiği hakkında, olanaklar, zorluklar üzerinde konuşmakta yarar var. Yukarıda sözünü ettiğimiz hedeflere ulaşabilmek için ne yapılması gerekiyor? Bu bir köşe yazarının bilebileceği bir iş değildir. Olsa olsa tabloyu sergilemek, olanakları olabildiği kadarıyla sıralamak söz konusu olabilir. Görünen, solun tek bir örgütte birleşmesinin değil, birlikte hareket etmesinin önünde teorik, pratik engellerin bulunmadığıdır. Bu zorunlu eşik aşılabilirse, bir ivme yakalamış olan muhalefetin de yolu tıkayan ve kendisinden kaynaklanan hatalardan arınması mümkün olabilir. Muhalefetin iktidarın tanımadığı meşruiyete kendini hapsetmekten vazgeçmesi, kitlelerin iktidarın her geçen gün daralttığı meşruiyetin  ötesine geçtiğini anlaması, sokaktan korkmamayı öğrenmesi gerekiyor. Sokağın demokratik eylemini provokasyon olarak nitelemek, kitleleri inisiyatifi hâlâ elinde tutan iktidarın seçim projelerine mahkum etmek demektir. Seçim sandığı, kitlelerin iktidarı sigaya çeken ve bunu her yerde fabrikada, dağda bayırda, İşkencedere Vadisi’nde, Boğaziçi'nde haklarını ülkenin hakkı olarak tarif edenlerin değerli çabası olmadan korunamaz.

Bu yapılamazsa, büyük güçbirliği gerçekleştirilmez, yeni hikâyenin sırrının ve söyleminin bu olduğu anlaşılamazsa sandığa giren “iktidara hayır” oyları, sandıktan “otoriteye evet” olarak çıkar.