Ey özgürlük…

Bizim cenahta birileri “özgürlük…” diye yazmaya başladığında, “aman ha, liberal/liberter olmaya bu” diye kaygılar, sorgulamalar, kayıt düşmeler başlar anında. 

Gezi’den sonra bile… hâlâ!

E, solda esas olan eşitliktir haliyle. Eşitlikçiliktir. Eşitlik ve özgürlük için kavga verildiği söylense de, eşitliğe dikkat çekilir somut mücadele zemininde genelde. 

Topluma baktığımızda özgürlük yanılsaması çok güçlüdür bir yandan da. Bireyciliği öne çıkaran ideolojik/kültürel hegemonya bir yana, eğitim, sağlık, barınma, seyahat, ulaşım vb. hep özgürlükle anılır ama bunun gerçek bir özgürlük olmadığı ortadadır. Sağlıkta, eğitimde ve diğerlerinde eşit koşullar yaratılabiliyor, eşit imkanlar sunuluyor, eşitlikçiliğe en ufak bir alan açılabiliyor mu? Hayır. 

Kabalaştıralım yahut örnekleyelim dilerseniz; herkes seyahat özgürlüğüne sahip ama parası olmayınca nereye gidecek, allahaşkına; hiç Hakkari’de bir köy ilköğretim okulunda ilkokula başlayanla, İstanbul’da bir kolejde başlayanın eğitim özgürlüğü bir olur mu; hepimiz sağlık hizmeti alabiliriz ama hizmet kalitesi ile cüzdanın şişkinliği arasında doğrudan bir bağlantı vardır sanki ve benzeri, ve benzeri... 

Öte yandan mevcut sistemin sanki özgürlük yarattığına dair bir algı (ideolojik salgı) vardır; ifade özgürlüğü, seçme/seçilme özgürlüğü, girişim özgürlüğü vb. ama bunun gerçekliği sorgulanmaya başlandığında, eşitlik temelinde oluşmadığı müddetçe (ya da ifadeniz/ seçiminiz/ girişiminiz sistemi tehdit ettiğinde) özgürlüğün hikaye olduğu çıkar ortaya genelde.

Eşitlik temelinde özgürlük… işte asıl mesele! (Özgürlüğün, zorunlulukların bilincine varmak olarak “okunması” vardır tabii bir de...)

Asıl mesele öyle de, otoriter sistemin inşasıyla bağlantılı büyük bir özgürlük meselesi daha var orta yerde. Sistem tarafından üretilen geniş hürriyet söyleminin, özgürlük yanılsamasının dışında gerçek bir özgürlük sorunu! Faşizm, despotizm, İslamcı despotizm, baskıcı otorite, güçlü/tek otorite, büyük başkan, führer, ulu manitu… adına ne derseniz diyin, özgürlüklerimizi kısıtlayan ve giderek daha fazla kısıtlayan bir iktidar var tepemizde.

İçkisinden kahkahasına, koldaki dövmesinden giyim kuşamına, bazı şehirlerde el ele tutuşmasından, metroda öpüşüp koklaşmasına varıncaya kadar hayatımıza, ilişkilerimize ve bedenlerimize müdahale eden, sürekli özgürlük damarımıza basan bir otorite. 

Gezi’deki çıkışımız, aynı zamanda bu baskılara karşı damardan bir isyandı. Otoriteye, yasaklamalara, baskıcılığa karşı, özgürlüklerimiz için kalkışmamızdı.  

Eşitlikçiyiz elbette. “Eşitlik temelinde özgürlüğün” olmazsa olmaz karakterini göstereceğiz yine her yerde. 

Özgürlükçülük üzerine daha çok titreyerek, onu egemen ideolojiyle “çekişmemizde” daha çok savunarak, özgürlükçü vurgularımızı daha güçlendirerek bir de… Birinden birini diğerinin ön şartı gibi ileri sürme, aralarında bir ardışıklık varmış gibi hareket etme konusunda daha dikkatli olarak belki de. “Önce eşitlik, sonra özgürlük” gibi “rahatlatıcı formüller”e pek yüz vermeden (hem aralarında sözleşmişler mi, peş peşe mi geliyor bunlar sanki?)

Ey özgürlük, baskılar arttıkça böyle, Eluard’ın şiirindeki gibi, okulda deftere, sıraya, ağaca… daha çok yazmaya başlıyoruz adını galiba. 

Özgürlük ve yazmak demişken; sansür var mı diye sordum “ileri”ci arkadaşlara bir de.

Yok, dediler.

“Hiç mi yok” dedim.

Hiç yokmuş.

“Bir tanecik bile mi?”

“Iııh!”

“Pekiiiii, ben şimdi diyelim...”

“Şansını fazla zorlamamanı dileyelim...”

Her neyse, başlayalım yazmaya bir yerden biz de. Özgürce…