Engels’in uyarısı…

Muhalefet tarihe bakışını gözden geçirmek zorundadır.

Gelecek henüz belirsizse, bilinemiyorsa, kaçınılmaz bir şekilde statükocu olan tarihin yani geçmişin, -çünkü o kaçınılmaz olarak yaşananı saklamakla yükümlüdür- yaşanan an’a, güncele etkisi belirleyici olabiliyor. Öyleyse geleceği kurgulamak ve ona dayanarak tarihin zararlı, tutucu, geriye çeken, tekrara özenen tasallutundan, baskısından kurtulmaya çalışmak gerekecektir. Ama tarihi bu şekilde soyutlamak da yanıltıcı olabilir. Çünkü tarih bugünü kuran şekillendiren olaylar dizisidir; o tarihin içinde bin türlü ve giderek farklılaşan çatışmaların izini sürdüğümüzde bugünü ve bugünün geleceği kuracak devrimci potansiyelini görebiliriz.

***

Nasıl bir gelecek için çalışıyoruz sorusuna verdiğimiz yanıtlar güncelin iniş çıkışlı serüveni içinde şekillenir, olgu ile kurgunun diyalektik çatışması bizi hedefimize yakınlaştırabileceği gibi uzaklaştırabilir de. Bu çatışmanın nesnellikle bağı her zaman kurulabilecek  “sürprizlerle” dolu olması, zaman zaman hızlanması ya da yavaşlaması, sonuçlarını daha çok politik alanda göstermesi, gelecek için çabalayanlara dayandıkları zemini unutmamak koşuluyla geniş bir hareket alanına sahip oldukların öğretir. Kuşkusuz bu alanı verimli bir şekilde kullanabilmek tarihin ibresini teorinin ışığında tasarlanmış ya da öngörülmüş geleceğe doğru çevirebilmek kolay değildir.

***

Sosyalistlerin bu amaçla giriştikleri mücadele henüz emekleme evresindedir. Geçmişte teorinin gri alanına kendini hapsettiği için şimdi sonuç almakta ya da sonuca etkili bir muhalefet olmakta zorlanıyorlar. Bunun temel nedeni politika dışı kalmakta direniyor olmalarıdır. “Somut durumun somut tahlili” denilen gerçekçi ilke uzun bir zaman gündem dışına çıkarmış, bu nedenle de “temiz kalmak, ilkeleri korumak” kaygısı sosyalist muhalefeti politika dışına itmiştir. Bu kısır döngüyü kırma çabaları bu nedenle değerlidir. Sosyalistler yine aynı nedenle ekonomideki krize güvenerek politika yapmayı tek yol olarak görmemeli, çok farklı iç içe geçmiş ilişkilerin sonucu belirleyebileceğini unutmamalıdırlar. Düzen içi muhalefetin ya da sosyal demokratların bu durumu görmeleri zordur, bu gerçeği anlama ve anlatma görevi de temiz kalma kaygısıyla hareketsiz kalmazsa sosyalist sola düşmez mi?

***

Ekonominin, ekonomik durumun, krizlerin şimdi Türkiye’de olduğu gibi siyasette gelecek öngörüsü olanların bunun için mücadele edenlerin dayandığı sağlam bir temel olduğu, işi bitiren, bitirecek olan öge olduğu hep söylenmiştir. Ama bu temelin yanlış anlaşılmaya çok uygun bir temel olduğunu da unutmamak gerekir. Bunun için tarihte “nihai belirleyici ögenin gerçek hayatta üretim ve yeniden üretim olduğunu” söyleyen Marksist yaklaşımdaki “nihai” sözcüğü genellikle yorumlarda unutulur. Bu tehlikeyi sezen Engels bu olguyu şöyle düzeltmiştir: “Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiç bir zaman öne sürmedik. Bu yüzden eğer birisi ekonomik etmenin biricik belirleyici  öge olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur.” Engels politik süreci etkileyecek üst yapının hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler, bunların dogmalara dönüşmeleri gibi çeşitli ögelerinin etkisini ayrıntılı bir şekilde anlatır. Birbiriyle karşılıklı etkileşim içindeki sonsuz ilişkiler ağı içinde ekonominin kendisini zorunlu olarak belli edeceğini vurgular. Ve der ki, “böyle olmasaydı, teorinin tarihin herhangi bir dönemine uygulanması tek bilinmeyenli basit bir denklemin çözümlenmesinden daha kolay olurdu.” 

***

Politika geçmişle gelecek arasında hareketli bir zeminde gerçekleşir. Savaş alanı, her an değişir; bir yandan tarihi olarak geçmişten gelen koşullarla belirlenmiş, sınırlanmıştır, yine de aynı anda değişimin öznesi olmayı seçmiş politikacı bu sınırları görmeyi “kabul etmeyi” ve aşmayı dener. Savaşın politik tarafları ister istemez gelecek ile geçmişin temsilcileri olarak kapışırlar. Fakat bu durum geleceği savunanda geçmişin izlerini ve onlara teslimiyetin belirtilerini tümüyle sıfırlayamaz. Statüko geleceği savunduğunu söyleyen politikacıyı da yavaşlatır ya da durdurur. Statükonun bilinen formu ise her zaman devlettir.

***

Devletin “tarafsızlığı” güçler dengesine bağlı olarak değişir; statükonun kurulu düzenin sahibi olma özelliği ise değişmez. Böyle bir değişiklik ancak statükonun savunulamaz, sahip çıkılamaz hale gelmesiyle mümkün olur. Bu da devlete bir “toplumsal sözleşmeyle” bağlı olduğu savunulan kitlenin, gerçekte devletin baskın karakterinin, kurumlarının düzeni koruma mekanizması ile ilişkisinin zayıflaması anlamına gelecektir. Devletin çizdiği sınırlar içinde politika yapan muhalif bir hareketin sık sık bu sınırlarla karşılaşması kaçınılmazdır. Ancak bu karşılaşma devlet statüko ilişkisini çözemeyen ve hedef almayan muhalif hareketlerin lehine sonuçlanamaz. İktidar olarak devleti yönetme hakkını elde etmiş siyasi güç, özellikle dış ilişkiler, yürütülen dış politika konusunda muhalefeti, iktidarla değil devletle karşı karşıya getiren bir söylemle köşeye sıkıştırır. Muhaliflerin bu açmazdan kurtulabilmelerin tek yolu devleti dönüştürme isteklerini her alanda radikal bir biçimde öne sürmeleri ve savunmalarıdır.

***

İktidar olmak isteyen ama statükonun eleştirisine girişmeyen tam tersine onunla barışmayı uman muhalif hareketlerin başarı şansı yoktur. Türkiye’de muhalefet bu konuda henüz somut bir adım atabilmiş değil. Gerçeği gördüklerinden kuşku duymasak da, kadim devletçi refleksten kurtulamayan, kamucu devlet anlayışı ile statükocu devlet arasındaki farkı göremeyen muhalefet gerçek bir muhalefet olamayacaktır.

Muhalefet tarihe bakışını gözden geçirmek zorundadır.