Gündelik konuşmada Boğaziçi Köprüsü’nün adını “15 Temmuz Şehitler Köprüsü” olarak kullanan var mı, bilmiyorum.
İktidar temsilcileri, onun yayın organları ve metrobüs anonsları dışında şahit olduğumu söyleyemem. Toplumsal hafızanın öyle birkaç yıl içinde değişmesi mümkün olmadığı gibi, iktidarın tüm çabalarına rağmen “15 Temmuz”u bir destan olarak görenlerin sayısının da AKP ve MHP’ye oy veren yurttaşlarımızın sayısından dahi çok çok az olduğu bahsinde iddiaya girebilirim.
Boğaziçi Köprüsü, benim hafızamda ise yedi senedir iki fotoğrafla yer ediyor. 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece yarısı köprünün üzerinde çekilen ve emekçilerin başrolde olduğu kare ile yine aynı saatlerde bu kez sabahın ilk ışıklarını yansıtan o unutulmaz köprü fotoğrafı...
Gezi Direnişi veya Büyük Haziran Direnişi, evet, bizzat emekçilerin katıldığı ancak kalkış noktası ve talepleri itibariyle işçi sınıfıyla anılmayan bir büyük kalkışmaydı. Türkiye’de toplumsal mücadelenin göz ardı edilemeyecek kodlarını, devrimin koordinatlarının önemli bir kısmını gösterdi.
Gezi Direnişi, Reyhanlı Katliamı’ndan Emek sineması direnişine, “iki ayyaş”tan Taksim düzenlemesine öncesindeki pek çok gelişmenin izlerini taşıyor, bir patlama anını temsil ediyordu.
Denebilir ki, AKP iktidarına karşı toplumsal hareketin ilk dalgasıydı...
Bu köşede defalarca yazıldı ama bir kez daha tekrar etmekte yarar var. Gezi, yalnız yukarıda bahsettiklerim açısından, yani bizim cephenin tarihsel karakterine ilişkin gösterdikleri bakımından değerli değildi. Güncel Türkiye siyaseti de halen Gezi sonrası dönemi yaşıyor. İktidar cephesi kendi ayarlarını Gezi’ye göre yeniden düzenledi. Elbette taviz vererek değil baskının dozunu artırarak, Gezi’ye damga vurmuş hangi değer varsa onunla köklü bir hesaplaşma içine girerek, ittifak politikasını ona göre şekillendirerek...
*
Tepkiler belli yönde birikti, birikti ve nihayet kendini akıtacak bir damar buldu ve oradan fışkırdı.
Tepkiler şimdi hangi yönde, hangi başlıklarda birikiyor? İsyan bugün kimin gömleğini giyiyor?
Yazılmakta olan yeni hikâye pandemi ile başlamadı. Türkiye’nin emekçi sınıfları, uzun bir süredir güvencesiz çalışma, yoksullaşma, borçlanma girdabının içinde... Pandemi döneminde iktidarın uyguladığı politikalar, emekçileri alabildiğine gözden çıkaran, devletin bütün olanaklarını patron sınıfının hizmetine sunan uygulamalar ise yaşanan yıkımı derinleştirmekle kalmadı. Sorumlunun kim olduğunu da açık şekilde gösterdi.
İş kaybı yaşayan veya işsiz kalan kişi sayısının 10 milyona dayanması...
Yurttaşların bankalara olan borcunun yalnızca iki yılda dahi yüzde 40’lar seviyesinde artması...
Aylardır günde 39 liraya geçinmek zorunda olan yüz binlerce emekçinin varlığı...
COVID-19 salgınının bir işçi hastalığı olarak can alması...
Üstesinden kolay gelinebilecek yıkımlar değil.
“Anlı şanlı” doktorlar boşuna bir süredir “sağlık emekçisi” olarak anılmıyor.
Oyuncu, sanatçı, şarkıcı kelimeleri yerini sanat emekçisine terk etti.
Beyaz yaka değil plaza emekçisi denmeye başlandı.
Madenciler rastlantı eseri Türkiye’nin gündemine gelmedi.
Emekçinin önemi, değeri ve mağduriyeti toplumsal hafızaya yerleşmeye başladı.
Damat Bakan’ı koltuğundan eden bu tabloyu, Tayyip Erdoğan’ın geçen haftaki reform çıkışı da değiştirmeyecek. Hatta aksine, o çıkış yine patronlara verilmiş “yanınızdayız” mesajıydı ve emekçi halka “acı reçete” vadedildi.
*
İşin özeti, deniz yeniden kabarmaya başladı.
Yeni bir dalganın işaretidir.
İyidir, güzeldir, heyecan vericidir, çığır açıcı olabilir.
Ama...
Görev yükleyicidir. Dikkat edilmesi gerekir.
Dalgayı yükseltecek emekçiler bu kez araçsız bırakılmamalıdır.
Bu kez temsilcisiz, bu kez örgütsüz, bu kez hedefsiz bırakılmamalıdır.
Bu memlekette emekçi dalgası 15-16 Haziran'da DİSK’i ayakta tuttu.
Bir başka dalga, 80’lerin sonunda iktidar değiştirdi.
Bu kez dalga Saray Rejimi’ni yıkmalı, devrim için kalıcı mevziler yaratmalı...
Hazır mıyız?