Çok-satar casusluk romanları yazarı Robert Ludlum’un yarattığı Jason Bourne karakterini temel alan filmlerin beşincisi dün ABD başta olmak üzere tüm dünyayla aynı anda ülkemizde de gösterime girdi. Hollywood yapımı Jason Bourne filmleri, başkarakteri doğrudan Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’yla (CIA) karşı karşıya getiren ürünler olarak dikkat çekiyorlar. Serinin ilk romanı Bourne Identity’nin (1980) nispeten sadık bir uyarlaması olan Geçmişi Olmayan Adam’ın (Bourne Identity, 2002) ilk üç devam filmi, serinin devam romanlarının adlarını taşımakla birlikte kaynak romanlardan tamamen farklı konular içeriyorlardı. Film serisinin en yeni halkası ise spesifik bir Bourne romanının uyarlaması olma iddiasından tamamen vazgeçildiğini imler şekilde yalnızca Jason Bourne başlığını taşıyor.
İlk romanda ve ilk filmde ortaya çıktığı üzere Jason Bourne, CIA’nın örtülü operasyonlarında yargısız infaz elemanı olarak kullandığı ancak bir noktada belleğini yitirmiş ve bilahare kendisiyle ilgili gerçeğin farkına varınca bu kirli ilişkilere sırtını çevirmeyi tercih etmiş eski bir CIA piyonudur. Bu yeni filmde ise Bourne geçmişte kendisine CIA’nın çengel atmasının, babasının bir suikast sonucu öldürülmesinin akabinde gerçekleşmiş olduğunu parça buçuk anımsayarak kendisine nasıl bir tezgah kurulmuş olduğunu çözeceği yeni bir serüvene ister istemez atılıyor. Bu esnada Bourne’un yıllar sonra izini bulan CIA bünyesinde ise tam da bu dönemde Amerikan yurttaşlarının bilişim mecrasındaki özel iletişimlerine yasadışı olarak erişim sağlayacak yeni bir tezgah üzerinde çalışmakta olan örtülü operasyonların sorumlusu onu öldürtmek için bir diğer yargısız infaz elemanını devreye sokarken, daha genç kuşaktan ve kadın bir CIA uzmanı ise CIA içinde saman altından su yürüterek Bourne’u bir anlamda dolaylı yollardan korur ve kollar bir tutum alıyor.
Doğrusu filmi izlerken uzun süre “kötü CIA” / “iyi CIA” zıtlığı ortaya koyar görünen ve ‘iyi’ CIA vizyonunu bir kadın karakterle eşleştiren böylesi bir anlatının yaklaşan ABD başkanık seçimleri arifesinde Hillary Clinton cephesine pas veren bir altmetni olabileceğini düşünmedim değil. Film, emektar CIA yetkilisini derin devlete dair malum tüm kötülüklerin cisimleşmiş hali olarak sunarken onun karşısına daha ‘düzgün’, daha ‘temiz’ görünen bir kadın tiplemeyi koyuyordu. Ancak olayların gelişimi finalde öyle bağlandı ki şayet filmde Hillary Clinton’a bir gönderme varsa bu o cepheye pas veren değil, aslında o cepheye de gol atan bir gönderme niteliği kazandı. Jason Bourne, en meşum tiplerden farklı, daha temiz, daha düzgün ve sizin yanınızda görünen tiplere hiç güvenip umut bağlamayın, yok aslında birbirlerinden pek farkları diyen bir film son tahlilde.
Ancak Jason Bourne’un son tahlilde dediği yalnızca bundan da ibaret değil, daha doğrusu bu ‘yok birbirlerinden farkları’ eleştirisini yalnızca devlet içindeki kliklere değil, sistem dışı muhalif unsurlara da yansıtma eğiliminde. En azından, izleyicinin özdeşleşme nirengi olarak tesis edilen Jason Bourne, CIA’yı hackleyip kirli faaliyetlerini deşifre etmeye kendilerini adamış yeraltı grubuna da açıkça “hayır, ben sizin tarafınızda falan değilim” diyor ve de bu grubun kendileriyle işbirliği yapan eski bir meslektaşını yem olarak kullanıp onu gözden çıkarmayı, feda etmeyi normal karşılaması üzerinden onların da CIA’dan farksız olduğunu ima ediyor. Acılarla yoğrulmuş, çok şey görüp geçirmiş, dürüst, namuslu, eğilmez bükülmez ama yalnız, tek başına erkek tiplemesinin perdelerdeki en yeni taşıyıcısı olduğu kuşku götürmez bir hal alan Bourne’un deneyimlerinden kazandığı ve ister istemez izleyicilere de tavsiye ettiği yaşam felsefesi, hem hayatta almak, hem de kirlenmemek için “ortalıkta görünmemek”, kalabalıklara karışıp gözden yitmek oluyor.