Yıl 2016, Ağustos ayında 14 yıla yakın iktidarı sonrası AKP hakimiyeti altındaki devlet aygıtının en önemli faaliyeti: 15 Temmuz darbe girişiminin “ciddiyeti”ni başta büyük sermaye grupları ve batılı gelişkin kapitalist ülkelerin diplomatları olmak üzere dünyaya anlatmak…
Darbe girişiminden hemen sonraki yazımda “büyük fon yöneticilerinden alınan demeçlerde ‘Türkiye uçuşa yasak bölge, uzak duracağız’ ironisi öne çıkarılıyor” demiştim. Algı, o günden bugüne kısmen toparladı, kurlar, faizler, borsalar dengelendi. Ancak hem dünya kapitalizminin kaygı havasının sürekli yoğunlaşmakta oluşu, hem de Türkiye’de ‘RTE’nin karşı darbesi’ olarak yorumlanması yadırgatıcı olmayan operasyonların devam etmesi, kaçışa hazır bir sermaye profilini hakim kılıyor.
Özetle anlaşılmak ihtiyacı, tümüyle sermaye kaçışını veya yeni sermaye ihtiyacının karşılanmaması riskini durdurmaya yönelik. Bunun ötesinde iç siyasette AKP destekçisi olmayanlara “demokratik ve kapsayıcı” bir imaj sergilenmesi bile mümkün değil.
Mesele, sürdürülebilirlikle ilgili olunca, mevcut durumu idare etmek için bile her yıl 50 milyar dolar civarında döviz girişine ihtiyacı olan bir ekonomide, başa gelen kötü şeyler sonrası birkaç milyar girişi gösterip “bakın işte dünya bize güveniyor” demenin mezarlıkta ıslık çalmaktan bir farkı yok.
Kısaca özetlersek, 2001 krizinin atlatılıp AKP’nin geçici bir kriz rejimi olmadığının anlaşıldığı zamanlar olan 2005-2006’dan 2013 yılına kadar her yıl ortalama 60-70 milyar dolar yabancı para girişi gördü bu ülke. Hatta 2012 ve 2013 yılları, 70 milyarı da aştı. Bu giriş döneminin ilk yılları bir “özelleştirme (doğrudan yatırım) başarısı”, son yıllarıysa bir sıcak para (portföy yatırımı) çekme başarısı ağırlıklı oldu. Yaşanan türlü çalkalanma sonunda özetin özeti, 2014, 15 ve 16 yıllarında bu performansın yarısının bile gösterilemediğidir. AKP bu para akışının yarıya düşmesi durumunu ve sonuçlarını “dışsal” olarak açıklamayı tercih etmektedir. Yani dış mihraklar, paraleller, havaalanı, köprü ve metrolarımızı çekemeyenler vs...
Diğer yandan, hem dünyada, Türkiye benzeri ülkelerde, aynı şiddette olmasa da, benzer bir durum söz konusudur; hem de eski günlere dönüşün - birkaç yıl sonrası için bile - bir emaresi görülememektedir. Dış akışın kesilmesinin üç yıla yayılmasının bazı avantajları oldu: Yavaşlama nedeniyle ithalat azalınca ve kredi büyümesi yavaşlayınca, şok sayılabilecek gelişmelerin yarattığı dalga boyları küçük kaldı. Yani bu küçük şok dalgaları, soğumuş ekonomide kur ve faiz salınımlarıyla dengelenebildi.
Bu yavaşlama çok özgün bir yan barındırıyor: Ortaya iki Türkiye çıktı. İktidar iyi giden yarıyı gösterip kötü gidenleri gözlerden saklama imkanına kavuştu. Otomotivci, makine ihracatçısı bayram ederken turizmci ve inşaatçı, ‘şimdilik başımıza geleni, geçen on senede köşeyi dönmemize sayalım, elle gelen düğün bayram’ havasında sessizce kenara çekildi.
Ticarette de azalan para akışı, siyasi kontrol mekanizmalarına daha fazla tabi tutularak, yandaşın daha az etkilenmesi sağlanabildi. Nihayet ticaret sermayesinde yoğunlaşan Fethullahçıların elenmesi, yandaşlara yeniden üleştirilen ek bir pasta dilimi sağlamış oldu.
Şayet eski bol paralı günlere dönülmeyecekse, biraz Katar, vs. siyasi müttefik parası, biraz malına el konulan “paralelci” parası/pazarı, biraz kalan devlet mallarının özelleştirilmesi sadece ve sadece sınırlı bir vade sağlayacağa benziyor. O zaman, anayasa değişikliği ve sandık, hatta erken seçim teorik olarak sıcak bir seçenek anlamına gelir.
Üstelik görünen başka emareleri de sıralamak, bombardıman gibi olacak ama durumun ne kadar ciddi olduğu konusunda daha iyi fikir verebilir;
Yatırım yapılabilir notu veren iki kuruluştan birisi, kötü giden nesnel veriler nedeniyle her an not düşürebilir. Büyüme, bütçe ve yatırımcı güveni verilerindeki ısrarlı kötüleşme sınıra dayandı. Bu durum, hem otomatik ve sarsıcı bir para çıkışına, hem de Batı sermayesi gözünde büsbütün kredi kaybına neden olacaktır.
Bankaların takipteki (batık) kredileri artmıyor ama düşmüyor da. Üstelik “yeniden yapılandırma” adı altında vadesi uzatılan kısım, başta enerji ve turizm sektörü nedeniyle hızla büyüyor.
Kredi büyümesi, reel olarak sıfıra indi, üstelik tüketici kredileri kısmı konut hariç küçülüyor, konut segmentini tutmak için yapılan olağanüstü siyasi baskı, bankacılık yasalarını zorluyor. En son özel bir banka zararına konut kredisinin batıracağını ilan ederek hükümetten nazikçe kaynak transferi istedi.
Finans dışı özel sektörün yani sanayi-ticaret patronlarının dış borçlanması cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Bankalar mevduat ve sermaye sınırına dayandığı için büyüme adına patronların büyük döviz kuru ve kredi riski almasına göz yumuluyor.
Otomotiv, makine ve kimya sektörleri yüksek kurlar ve güçlü sermaye yapısı nedeniyle ihracat üzerinden lokomotiflik yapıyor; ama enerji, turizm, inşaat, madencilik, ilaç, tekstil-konfeksiyon-deri gibi büyük sektörler, başka bir ülkeymişçesine fiili bir kriz yaşıyor ve ısrarla küçülüyor. İkinci kesimdeki istihdam kaybı, işsizlik rakamlarını beklentilerin ötesinde ve kalıcı olarak bozmaya başladı…
Kamu maliyesinin, AKP’nin iktidarındaki belki kalan son çapalarından birinin petrol zengini ülkeler usulü verimsiz, doğa katili dev projelerle, Türkiye Varlık Fonu adındaki denetim dışı heyülayla darmaduman edilmek üzere olması da cabası.
Anlaşılabilirliğin, yatırım yapılabilir kredi notunun, hukukun, borçlanma ve büyüme oranlarının, mali disiplinin, kredi büyümesinin ve de nihayet emlak fiyatlarının sürdürülemez olduğu bir diyarda karanlık bir rejim olmaz da ne olur?