“Askeri faşizmle sivil faşizm kapıştılar, faşizm kazandı.”
Bu soyut ve sağduyuya dayanan genelleşmiş ifadenin ötesine geçmeye çalışırsak, marksistler olarak ilk bakmamız gereken herhalde şöyle özetlenebilir: Hakim üretim tarzı kapitalizm olan her devlet, gerek içerik, gerekse görüntü olarak türlü biçimlere bürünebilir. Ancak kapitalistlerin egemenliğinin karşısındaki tehditlerin kontrolü altında olduğu her durumda mümkün olduğu ölçüde demokrasi tercih edilir.
Faşizm, bugün algıladığımız haliyle daha çok 1929 buhranının yarattığı sıkışmışlığın ürünü olarak devreye girmiştir. Ancak sınıf egemenliğinin vekaletinin antidemokratik biçimde dar kadrolara emanet edilmesi, rejimin kitlelerden onay alan demokratik mekanizmaların tahrip edilmesi, rejimin kaderinin insan faktörüne teslim edilmesi anlamına gelir. Hitler’in, Putin’in, RTE’nin ülkelerinin kaderini belirleyecek rolleri bu aşamada, yani kapitalizmin “siyasi arızası” sonucu devreye girer. Siyasi arıza kişilerin de arızası tarafından takip edilirse dünya savaşlarına kadar giden krizler kaçınılmaz olur.
Gündemdeki soru, Türkiye burjuvazisinin, dar ve diktatörlük heveslisi bir kadronun emri altına girmeye razı olmasının, yani Mussolini tarzı bir faşizmin ne derece uzağında yer aldığı.
Pazar sabahı, dünyanın en büyük sermaye portalı Bloomberg’in, “darbe başarısız oldu ama Erdoğan’ın gazabı yatırımcıları alarm durumunda tutuyor” başlığı dikkat çekiyordu. Haberde, Ahmet Davutoğlu’nun Ocak ayında Londra’da yabancı sermayeye verdiği güvencelerden dört ay sonra istifa ettirildiği, bundan iki ay sonra da iki F-16’nın TBMM’yi bombaladığına dikkat çekiliyor. G-20’nin ve NATO’nun üyesi bir ülkenin Suriye savaşındaki pozisyonu, muazzam cari işlemler açığı ve Kürt sorunuyla birlikte düşünüldüğünde, bu darbe girişimi sonrası yabancı sermaye kaçışının artmasına hazırlıklı olunması gerektiği ifade ediliyor. Büyük fon yöneticilerinden alınan demeçlerde “Türkiye uçuşa yasak bölge, uzak duracağız” ironisi öne çıkarılıyor.
Suud sermayesi başta olmak üzere “AKP’nin davası”nı destekleyen siyasi sermayenin bu çıkışı kısa vade için dengelemesi mümkünse de bunun uzun vadede dengelemeye devam edebilme ihtimali sıfıra yakın. Çünkü hem ABD - Suud ilişkisi başkanlık seçimi sonrasında değişme sinyalleri veriyor, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren hücrelere doğrudan Suud finansmanının açığa çıkarılacağı yolundaki beklentiler güçleniyor. Hem de Suud parası, darbeler ülkesi ve liberal olmayan - komuta ekonomisi olduğu tescillenen bir ülkede Batı sermayesi çıkışını sadece kısmen ve geçici süreyle telafi edebilir.
İncirlik-NATO eksenli gelişmeler, THY'nin durumu, ülkenin kredi notu, büyük batı finans tekellerinin Türkiye varlıklarını sat raporları yazıp yazmayacağı, yabancı tekellerin ülkeden çıkma kararlarının devam edip etmeyeceği gibi göstergeler ışığındaki görünüm, büyük sermayenin orta vadeli tavrını belirlemekte kritik rol oynayacaktır.
Siyasi düzlemde ise İncirlik üssünün elektriğinin kesilmesi ve operasyon düzenlenmesi, ve en yetkili ağızdan darbe girişiminin ardında ABD’nin bulunduğunun açıklanmasını içeren şok var. Daha Cumartesi gününden CNN, nazikçe RTE’nin orduya karşı intikam harekâtının IŞİD’in Türkiye topraklarını kullanmasının engellenmesi çabalarını zaafa uğratacağını yazdı bile. Buna boğaz köprüsü üzerinde kandırılmış bir erin boğazının IŞİD sempatizanları tarafından kesilmesi ve alevi mahallelere yönelik cihatçı tacizleri görüntüsü ekleniyor. Kısa vadede bu şokun RTE’yi uluslararası ilişkilerde hangi kata kadar düşüreceği, bu olgulara karşı alınacak tavırla belirlenecektir.
İki soru daha var: Uluslararası sermayenin “bizden değilsiniz” dediği bir Türkiye’de hızla daha fazla faşistleşen bir rejim büyük sermaye tarafından kayıtsız desteklenebilir mi? Bu destek, orta vadede hazırlanacak bir tür sıcak savaş atmosferi zeminiyle sağlanabilir mi?
Veya aynı anlama gelmek üzere iktidar tarafından büyük sermayeye Mussolini tarzı bir operasyon düzenlenerek yandaş olmayan her şey kamulaştırılabilir mi? Bu soruya mevcut koşullar altında “imkansız” yanıtı vermek zor. Bunu destekleyen ve caydıran faktörlerin ağırlığı çok değişken seyretmekte.
İkincisi de sol ne yapmalı? İlk sorunun karşılığı ne olursa olsun solun zayıflığının koşulları ne kadar ağırlaştırdığının yeniden hissedildiği şu noktada büyütmesi kolay olan karamsarlığa kısmen de olsa ilaç olabilecek kimi noktaların altını çizmek istiyorum:
Türkiye en azından Amerikancı bir tarikatın, emekçi düşmanı, tazelenmiş ve tam boy emperyalist destek almış bir yeni devletin mühendisliğini yapması tehdidinden kurtulmuştur. Böyle bir uydu aygıtın, halkın örgütlenmesi ve halkçı bir düzen yaratılması amaçları için RTE diktatörlüğünden çok daha büyük bir engel olacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
Böyle bir tasarıma kendini hazırlayan ve en önemli görevi solu mas etmek olan CHP, tıpkı MHP gibi tümüyle etkisiz hale gelmiştir. CHP, yakın vadede Fethullahçı ağırlıklı liberaller, sol kemalist ve sosyal demokratlar, AKP’nin Saray rejiminin resmi muhalefeti olma peşinde müteahhit destekli siyaset erbabı olarak en az üç uyumsuz parça halinde rölantide faaliyet göstermektedir. 2013 sonrası solun beklenen toparlanmasını yapmasında öznel nedenler bir kenara bırakılırsa, en önemli nesnel neden olan CHP’nin, en azından bu misyonunda artık devre dışı kalması beklenmelidir. CHP içinde Saray muhalifleriyle solcular arasındaki fay, artık çok daha açık görülecektir.
Uzatılmış bir durgunluk dönemi, daha fazla garantilenmiştir, daha önce defalarca belirttiğim gibi bu, ne kadar ağır olursa olsun birkaç mevsim süren ve biten krizlerden daha beter bir durumdur. “Oyum üç kuruşluk çıkarıma ve istikrara” diyen merkez seçmenin de bileşenlerine ayrılacağı böyle bir süreçte, solun potansiyel hitap kitlesinin büyük bir şekil değişikliğine uğrayacağı kesindir.
Tüm demokratik kurumlara, yaşam tarzına, mahallelere, kadınlara ve gençliğe yönelik tehdidin fiili ve sürekli saldırı haline geleceği bu süreçte “örgütlülüğün” ne anlama geldiğinin de çok daha açık görülebileceği bir döneme giriyoruz. Tıpkı Gezi günlerinde olduğu gibi emekçi halkın büyük çoğunluğunun, kendi gücünden başka düzenin hiçbir aktörüne güvenilemeyeceğine kanaat getirdiği, bir şeyler değiştirebilecek bir program ve örgütlülüğe hazır olduğu günlerdeyiz. Bu durum muhtemel bir sivil faşist terör dalgası tarafından geriletilmeye başlamadan önce acil ve ortak bir toparlanmanın yanıtını bulacağını düşünmek, hayalcilik değil.