Dünya batmaz, şarkılar direnir…

Protest müzik daha sonra öteki ülkelerin kitleselleşmiş devrimci şarkılarının marşlarının adaptasyonu olarak Türkiye’ye girdi ve bir ölçüde kitleselleşti. 68 üniversite işgalleri, 12 Mart 12 Eylül arası yıllar protest müziğin ayağa kalktığı yıllardır.

Tarkan’ın “Geççek” şarkısı insanı gülümsetiyor, neşelendiriyor. Aynı zamanda şu her açıdan sıkıntılı günlerde umut veren bir yanı da var. Şarkının müzikalitesi, bu yazının konusu değil, çünkü yalnızca bir dinleyici olarak bu alanda söz söylemeye kalkmak affedilmez bir ukalalık olur. Ama bu şarkının sorunlarımızı umut veren ışıklı bir üslupla dile getirdiği bir gerçek. Bu tarz müzik, yumuşak, kimi zaman hüzünlü neşeli haliyle protest müzikte farklı bir yerde duruyor.

Türkiye’de protest müziğin uzun bir geçmişi yok. Eskiden yani Cumhuriyet sonrası uzunca bir süre şarkıların içinden cımbızla çekip çıkardığımız kelimelerde, cümlelerde aradığımız isyanı bulur gibi olurduk. Bu yoksunluk, yoksulluk büyük ihtimalle bu tür müziğe kaynaklık edebilecek kitlesel direnişlerin olmaması olanın da cılız kalmış olmasıyla bağlıdır. Devrimci hareketin yasallık kazanamadığı tam tersine baskı ve zor altında var olmaya çalıştığı yıllarda dar çevrelerde neredeyse fısıltıyla söylenen marşlar şarkılar vardı ama onlar da gelişme çeşitlenme olanağı bulamadılar uzunca bir süre. Sol’da devrimci sosyalist çevrelerde bir tür kimlik belirtme işareti, parola gibi, “Enternasyonal”, “TKP marşı” söylenirdi; belki bu iki marşa daha çok “Hayat denilen kavgaya girdik” olarak bilinen ve söylenen, Avusturya İşçi Marşı, eklenebilir.

Bu arada ayrıksı bir örnek olarak 27 Mayıs darbesi sırasında iktidara karşı kitlesel gösteriler düzenleyen gençlerin Gazi Osman Paşa’nın Plevne savunması için bestelenmiş marşı Menderes hükümetine karşı bir marşa “olur mu böyle olur mu, kardeş kardeş vurur mu” nakaratıyla dönüştürmesinden söz etmek mümkün.

PROTEST MÜZİĞİN KISA VE EKSİK ÖZETİ

Protest müzik daha sonra öteki ülkelerin kitleselleşmiş devrimci şarkılarının marşlarının adaptasyonu olarak Türkiye’ye girdi ve bir ölçüde kitleselleşti. 68 üniversite işgalleri, 12 Mart 12 Eylül arası yıllar protest müziğin ayağa kalktığı yıllardır. Devrimci hareket kitleselleşmese ya da kitleselliği sınırlı kalsa da şarkıları marşları vardı artık. Baskılara karşı müzik de ayağa kalkmıştı ve Nazım’ın şiirleri şarkı sözü oluyor, besteleniyor, kulaktan kulağa yayılıyordu. Rahmi Saltuk, Zülfi Livaneli, Aşık İhsani, Selda, Sümeyra ve kuşkusuz Ruhi Su gibi özgün protest şarkılar besteleyen ve seslendiren müzisyenler 70-80 döneminde ülkede ya da sürgünde bu mücadeleci müziği yaygınlaştırdılar. Gelişme vadeden bu süreç, 12 Eylül faşizmiyle kesintiye uğradı, ama durmadı. On’lar için, Deniz ve arkadaşları için bestelenenler, sözlerini Yaşar Kemal’in yazdığı Ulaş ağıtı, devrimci gençlerin şarkı ve marşları bu döneme aittir. O yıllarda deyim yerindeyse protest müzik de siyasi hareketler gibi yeraltına indi. Baskıyla boşaltılan alan, Türkçe protestin yanı sıra önemli ölçüde öteki ülkelerin protest şarkılarının marşlarının çevirileri ile giderildi protest müzik gereksinimi. Kendi ülkemizde, kendi dilimizde, müziğimizde eksik kalanı öteki ülkelerin protest müziği ile tamamladık.

Protest müziğin ünlü parçası “We shall overcome” (Bir gün yeneceğiz) bunlardan en yaygın ve kitlesel olanıdır. Şarkıyı Joan Baez’den öğrendi Türkiyeli ilericiler, devrimciler. Joan Baez parçayı İstanbul’da da birkaç kez seslendirdi. Ama belki ne anlattığından bağımsız ve çalanların da dinleyenlerin de habersiz olduğu, daha kitlesel benimsenmiş, düğün salonlarına kadar girmiş, daha sonra sokak şarkıcılarının bu kez bilinçli olarak repertuarlarına aldıkları parça, İtalyan partizanlarının Bella ciao şarkısıdır. Bella ciao (Elveda güzelim") 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir İtalyan halk şarkısıdırKuzey İtalya'daki pirinç tarlalarında çalışan işçiler tarafından zorlu koşulları eleştirmek için bestelenmiş, ama Hitler ordularının İtalya’yı işgali sırasında İtalyan partizanları şarkının sözlerini değiştirerek şarkıyı faşizm karşıtı bir marşa dönüştürmüşler. Partizanlar, Mussolini ve onun Nazi müttefikleriyle mücadele ederken de şarkıyı söylemeyi sürdürdüler. Bugün de antifaşist bir özgürlük ve direniş marşı olarak tüm dünyada söyleniyor. Bella ciao ile birlikte yaygınlaşmış bir diğer protest şarkı Avanti Popolo adı ile yaygınlaşmış olan Bandiera Rossa (Kızıl bayrak) adlı parçadır. Yine bizim ülkemizde yaygınlaşmış ve sık söylenir olmuş, eylemlerde slogan haline gelmiş bir diğer parça Şilili devrimcilerin “Venseremos” adlı ünlü şarkısıdır. Bir diğeri de  'El pueblo unido jamás será vencido” (örgütlü halkı hiçbir güç yenemez) tüm dünyada Allende’nin faşist askeri bir darbeyle devrilmesinden sonra yaygınlaştı.

Az bilinen ama etkili olmuş duygulu protest bir şarkı da John Lennon tarafından yazılmış ve seslendirilmiş "Imagine"dir. Şarkıda Lennon, insanları bir ütopyayı hayal etmeye çağırır; orada ülke, dinmülk yoktur, uğruna öldürecek ya da ölecek herhangi bir şey yoktur. Orada sadece barış içinde yaşayan ve tüm dünyayı paylaşan insanlar vardır.

Daha sonra bu şarkıların yerini Türkçe protest şarkılar almaya başladı. Bu hızlı gelişmenin yaratıcıları burada tek tek sayılamayacak kadar çoktur. Ama bu hızla gelişmeyi, öne çıkan Cem Karaca, Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Bülent Ortaçgil ile örneklemek mümkün. Ahmet Kaya’nın Atila İlhan’ın ünlü “Mahur beste” şiirinden yaptığı besteyi de bir tür protest müzik sayıyor, mutluluk duyuyorum. 12 Eylül’ün ağır baskısı eşliğinde, desteğinde yerleşen, ufkumuzu karartan neoliberalizmin hemen her alana hâkim olduğu, kültür ve edebiyatı da etkisi altına aldığı bu dönem epeyce uzun sürdü. AKP iktidarının liberal çevrelerle sıkı ilişkisi de postmodernizmin müzik alanına da yansıyan etkisinin giderilmesini güçleştirdi. Arabeskin hâkim olduğu umutsuzluğun, isyanı yılgınlıkla tarif eden, “Batsın bu dünya” tarzının teşvik edildiği bu dönemi bir tür kuluçka dönemi olarak görmek de mümkün.

Gezi eylemleri ile müzik de edebiyat da diğer sanat dalları da hızla kendilerine geldiler. Gezi eylemleri dönüm noktasıdır. O tarihten sonra neoliberal yanılsamanın, postmodern algı hükümdarlığının etkisi kırıldı. Bu da doğal olarak müzik üretimine ve icrasına da yansıdı. Temalar soyut özgürlük barış çağrıları olmaktan çıktı, somut sorunları ele alan, ufku daha geniş siyasi mesajları olan şarkılar kendini göstermeye başladı.

İSYANCI RAP SUSMUYOR

Son yıllarda Türkiye’de de protest müziğin bir atak daha yaptığı görülebiliyor. Özellikle Rap, protest müziğin en çok geliştiği bir dal oldu. Söz yoğunluğu ağır basan Rap türünün ortaya çıkışında protestonun isyanın var olduğu biliniyor. 70’li yıllarda ABD’de kentlerin gettolarında doğan Rap müzik, daha çok siyahilerin bastırılmış duygularını ve isyanlarını yansıtıyordu. Rap müzik, Türkiye’de ritmi, sözü ve kafiyeyi ön planda tutan, döneminin güncel sorunlarını yansıtan hızlı ve heyecanlı bir atmosferi amaçlayan tür olarak gelişti.

Türkiye’de 2000’li yıllarda yaygınlaşmaya başlayan Rap bugün yüze yakın müzisyence icra ediliyor. Tümünü saymak bu yazının sınırlarını aşar, bu nedenle Türkçe Rap’in önde gelen temsilcilerinden Şanişer’den söz ederek genel tablo hakkında eksik de olsa bir şeyler söyleyelim. Şanişer özellikle “Susamam” adlı çarpıcı mesajlar içeren parçasıyla yayınlandığı ilk haftada 20 milyon kişiye ulaşarak bir izlenme rekoru kırdı. Aynı zamanda sosyal medyada dünya gündeminde yer aldı.

"Susamam" adlı parça  ŞanışerFuat ErginAdosHaykiServer UrazBetaTahribad-ı İsyanSokrat StOzbiDeniz TekinSehabeYeis Sensura, Aspova, DefkhanAga BMirac, Mert Şenel ve Kamufle gibi rapçilerin yer aldığı protest rap türünün özgün bir örneğidir. Şarkı basın özgürlüğü kadın hakları, hayvan hakları, adalet, hukuk, çevre ve trafik gibi sorunları dile getiriyordu. Aynı amanda rap müzisyenlerinin ortak bir eylemi olarak da anlam taşıyordu.

KÜLTÜR SAVAŞLARI

Rap müzisyenleri de öteki müzik grupları gibi siyasi nitelikli baskılardan paylarına düşeni aldılar. Ezhel gibi sanatçılar yurt dışına çıkmak zorunda kaldılar. Ama protest müzik baskılara karşın, Grup Yorum’un başına gelenler bunun kanıtı, gelişiyor. Bu arada yazarlara, sanatçılara, gazetecilere ve protest şarkı yapan müzisyenlere yönelen milliyetçi, muhafazakâr, antikomünist çevrelerin sık sık başvurduğu linç yöntemi de etkili olabiliyor, geri çekilmelere yol açabiliyordu. Burada bir güç kapışmasından da söz etmek mümkün. Solu kültür alanından kovmak, güçsüzleştirmek isteyen iktidar ve yandaşları medyadaki ataklarını kültür dünyasında ve müzik alanında yapamıyorlar. Kuşkusuz kültür dünyasında ve özel olarak müzik alanında nesnel olarak kendilerini geliştirmeleri mümkün görünmüyor. Burada bir tür “vermeyince mabud neylesin mahmud” durumu söz konusudur ama yine de özellikle pandemi bahanesiyle müzisyenlere büyük bir darbe indirdiklerini, onları açlığa mahkûm ettiklerini de gözen uzak tutmamak gerekiyor.

Baskılara karşın özellikle son yıllarda daha açık daha net mesajlar vermeye başlayan protest müziğin son örneği herhalde ünlü sanatçı Tarkan’ın “Geççek” adlı parçasıdır. Rap müzisyeni Şanışer’in Susamam adlı parçası gibi yüksek izlenme sayılarına ulaşan Geççek adlı parça, Türkiye’nin kadim ve güncel sorunlarını ele alan, sorunların alt edileceği konusunda umut vermeyi hedefleyen neşeli bir şarkı olarak ortaya çıktı. Hiç kuşkusuz Tarkan şarkısı ile sorunları özetleyerek ve bir noktada yoğunlaştırarak siyasi bir mesaj vermiş de oluyordu.

TARKAN TÜRKÇEYİ BOZUYOR MU?

Tarkan’ın parçası hem çok beğenildi, geniş bir izleyici kitlesince dinlendi, -20 milyonu aştığı söyleniyor- hem de sollu sağlı eleştirilerle karşılaştı. Sağdan gelenlere eleştiri demek pek mümkün değil, ama sol demokrat çevrelerden, kimi müzik erbabından, köşe yazarlarından gelenleri irdelemekte yarar var. Müziği beğenmeyenlerle ilgili de bir şey söyleyecek durumda değilim çünkü bu alanın yalnızca dinleyicisiyim, ama parçanın dilini eleştirenlere doğrusu hak veremiyorum. Tarkan’ın kullandığı dilin Türkçeyi bozduğunu söyleyenler sanıyorum Türkçenin konuşma dili yazı dili olarak farklılıklar gösterdiğini, edebiyatta konuşma dilinin sık sık kullanıldığını unutuyorlar. İnsanlar konuşurken gramerin emrettiği gibi konuşmazlar her zaman. Örneğin radyo ya da TV’de bir spikerin ağız dolusu “konuklar İstanbul’da üç gün kalacaklar” yerine “kalıcaklar” dediğini duyabilirsiniz. Burada son yıllarda TV kanallarında Türkçenin gittikçe kötü konuşulur olduğunu, kelimelerin doğru söylenişi bir yana, gramerin tümüyle bir yana bırakıldığını cümle yapısının bozulduğunu unutmak olmaz kuşkusuz. Yazılı basının, sosyal medyanın da Türkçeyi hemen hemen unuttuğunu söylesek ayıp olur mu? Tarkan’a geri dönelim, bizler de konuşurken yazının emrettiği gibi değil, şivemizin, aksanımızın da etkisiyle sokağın jargonuyla konuşuruz. Kimi zaman “konuşmada tasarruf” ilkesi ya da “en az çaba yasası” geçerli olur. Sokağın dili yöreye bölgeye göre değişiklik gösterebilir. Dil uzmanı arkadaşım Sevgi Özel “Türkiye Türkçesi Temel Dilbilgisi” adlı değerli çalışmasında bu tür benzeşmelere örnekler veriyor. “Benzeşmezlik, bir sözcük içinde yinelenen iki sesin aynı iki söyleyiş eyleminin ayrı ayrı seslere dönüştürülmesi ya da aynı nitelikteki seslerden birinin başka nitelik taşır duruma getirilmesidir.” (Dil Derneği yayını, sf.135) Benzeşmezlik denilen bu dil olayının genel olarak ünsüzlerde ortaya çıktığını söyleyen Sevgi Özel örnekler de veriyor: Aşçı-ahcı, jimnastik- cimnastik, murdar-mundar… Bir de seslem-hece yitimi var ki o da konumuzu yakından ilgilendiriyor. Sokakta “ne haber” değil de “naber” dediğinizden eminim ya da “ne yapsın” demek yereni “naapsın” demiyor muyuz; “hanımefendi”ye de yine en az çaba yasasına uygun olarak “hamfendi” dediğimizden de kuşku duymuyorum. Tarkan da “geçecek” yerine “geççek” diyor ki bu en az çaba yasasına uygundur.

Sağdan eleştirenler Tarkan’a uygulayabilecekleri başka yasaların peşindeler ya da “onun büyük amcası değerli bir antikomünistti” diyerek etkisini zayıflatabileceklerini sanıyorlar; el hak öyleydi, ama Tarkan da besteleri de ortada işte. Bize gelince, konuşma dilinin sokak dilinin öyle karalanacak bir şey olmadığını unutmasak, Tarkan’ı dili bozmakla suçlamak yerine dikkatimizi radyo tv spikerlerinin hatalarına çevirsek daha iyi olur kanısındayım.

***

Geççek şarkısını ele alan ciddiye alınması gereken bir değerlendirmeyi de Pencere gazetesinde (23.2.2022) Boray Acar kaleme aldı. Acar,keşke her şey, Tarkan’ın yandaşları öfkelendiren, muhalifleri heyecanlandıran ve müzikaliteden öte politik yanı ağır basan popülist çıkışında ifade ettiği kadar basit olabilseydi” diye başladığı yazısını “kitlelerde karşılığı olan popüler figürlerin kaygı ve korku duvarlarını yıkarak gösterdikleri cesaret, özellikle takdire değerdir” diye sürdürüyor. Daha sonra da özellikle eğitim alanında kolay kolay giderilemeyecek yıkımı sergiliyor; “şimdi; belki de asırlık bir toplumsal deformasyona sebep olabilecek böylesi bir durum için “Geççek” diyebilir miyiz, sanmam. Aksine, uzunca bir süre bizimle “Kalcak” diye tamamlıyor. Haklı, bu yıkımı öyle kolayca gideremeyeceğiz. Ama bu durumun Tarkan’ın şarkısıyla bir ilgisi yok. Tarkan’ın şarkısı insanlara sorunları hatırlatıyor, umut vermeye çalışıyor. Hepsi bu. Şarkıya politik bir misyon yüklemenin hiç ama hiç alemi yok. Onun ve benzerlerinin misyonu karamsarlığı geriletmek, moralleri yükseltmek. Tıpkı gözaltına alındığı sırada gülerek ellerini kelepçeye uzatan genci gördüğümüzde “gülmek devrimci bir eylemdir” dediğimiz gibi.

Şarkılar şiirler sorunları çözmez, devrim yapmaz. Sorunları insanlar, onların güç verdiği siyasetler çözer; devrimleri tarihin önlerine koyduğu koşullar altında insanlar, kitleler yaparlar. Ama kitlelerin en büyük gereksinimleri arasında şiir ve şarkının yeri bana sorasınız tartışılmazdır.