Dominik Cumhuriyeti’nin ismini son dönem her ne kadar bir yarışma programıyla duysak da ülke devrimler açısından zengin bir tarihe sahiptir. Batı kısmında Fransızca konuşulan Haiti’nin yer aldığı La Española adasının doğu kısmında İspanyolca konuşulan Dominik Cumhuriyeti yer alır. Dominik Cumhuriyeti, tarihinin en hareketli dönemlerini 1960’lı yıllarda yaşamıştır.
1930 yılında askeri bir darbeyle iktidarı ele geçiren Rafael Trujillo tam 31 yıl ülkeyi askeri bir diktatörlükle yönetmiştir. Trujillo bu dönem tıpkı diğer Latin Amerika ülkelerinde (Nikaragua, El Salvador, Küba…) yaşandığı gibi, her türden muhalefeti bastırmıştır. Bu baskı döneminde 17 bini Haitili göçmenler olmak üzere, 50 bin kişinin öldürüldüğü söylenir. Bu 31 yıl boyunca Trujillo’ya karşı oluşan muhalefete ise, “antitrujillismo” adı verilir. Mirabal Kardeşler’in Trujillo’ya verdiği mücadele ise, bu geniş muhalefetin sadece bir kısmıdır. 1961 yılına gelindiğinde Trujillo, ordu içerisindeki bir başka klik tarafından suikasta uğrar.
Arabası taranan Trujillo’nun ölüm nedeni olarak iktidar çekişmesi gösterilir, Trujillo’nun katillerinin de CIA tarafından tanındığı söylenir. Dominik Cumhuriyeti için ise hareketli zamanlar bu olayla birlikte başlar. Baskı dönemlerinde, 1939 yılında Küba’da kurulan bir parti 1962 yılı için kurgulanan seçimlere katılır. Bu partinin adı Partido Revolucionario Dominicano’dur (PRD-Dominik Devrimci Partisi). Partinin lideri ise Juan Bosch’tur. Bosch’un bir solcu olduğu ancak komünizme sempati duymadığını söyleyebiliriz. Kendisi, 1952 yılında gerçekleşen Batista darbesinden sonra Küba’da bir süre hapiste kalmıştır. Bosch, 20 Aralık 1962’deki seçimleri kazandıktan sonra, hızlıca ülkenin gelişimi için önlemler almaya başlar. Bosch aynı zamanda, halkın yararına yönelik politikalar da uygular.
Dominik Cumhuriyeti’ndeki oligarşik düzenin bu durumdan memnun olduğunu söylemek zor olacaktır. Çünkü kendileri Trujillo düzeninden daha fazla pay almak için kendisini gözden çıkarmış; Trujillo’suz bir Trujillo düzeni kurgulamışlar, ancak bir “baş belası” olarak gördükleri Bosch ortaya çıkmıştır. Bosch’un aynı zamanda özgürlükçü bir anayasa hazırlamak gibi bir hedefi vardır. 29 Şubat 1963’te bu anayasayı yürürlüğe koyar. Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro da bu adımları destekler. Trujillo döneminin muhafazakar askerlerinin sözcülüğünü yaptığı Dominik oligarşisi, Bosch’un bu politikalarından rahatsızdır ve kendisine bir nota verir. Ancak Bosch, onların verdiği planı uygulamayı reddeder. Yaklaşık 7 aylık bir sürecin ardından ise, 25 Eylül 1963’te Bosch, askeri bir darbe ile iktidardan düşürülür. Bosch’u iktidardan düşüren darbenin lideri ABD yanlısı Elia Wessin y Wessin’dir. Wessin y Wessin, Trujillo’nun oğlu tarafından kurulan CEFA’nın (Centro de Entrenamiento de las Fuerzas Armadas – Silahlı Kuvvetler Eğitim Merkezi) sorumlusudur. CEFA’nın yalnızca 2000 kişilik silahlı bir kuvveti vardır. Ülkedeki “karışıklık” bu darbeyle son bulmayacaktır.
24 Nisan 1965’te ordu içerisinden Francisco Caamaño isimli radikal bir subayın liderliğinde Dominik İç Savaşı olarak bilinen süreci açan tarihsel olaya imza atılmıştır: “Dominik Devrimi”. Caamaño Küba Devrimi’nden etkilenmiş radikal bir subaydır ve amacı Bosch’u yeniden iktidara getirmektir. Oligarşi ve sağcı subaylar, bu hamleden sonra çabuk toparlanır. Ancak Caamaño’nun bu güçlere attığı beklenmeyen tokadın sesi çok uzaklarda yankılanır. “Dominik Devrimi”ne karşı, 28 Nisan 1965’te talimatı Washington’dan verilen bir operasyon başlar. Powerpack Operasyonu adı verilen bu operasyon kapsamında, Dominik Cumhuriyeti’ne 42 bin ABD’li asker gönderilecektir (bazı kaynaklara göre 20 bin civarında).
Yukarıdaki fotoğrafta, dönemin ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın Powerpack operasyonunu bizzat yönettiğini görüyoruz. Aslında bu fotoğraf, ABD’nin Küba Devrimi’nden ne kadar korktuğunun da bir göstergesi. Çünkü o dönem ABD içerisinde sıklıkla tekrarlanan bir söylem var: Bir başka Küba. ABD’liler, kendilerine 90 kilometre uzakta kurulan sosyalizm deneyinin ardından, “arka bahçeleri” olarak gördükleri Latin Amerika’da bir başka devrim daha istemiyorlar.
ABD’nin işgal kuvvetlerine ve ülke içerisindeki işbirlikçilerine karşı bir direniş de başlıyor. Dominik İç Savaşı olarak adlandırılan bu savaşta, 42 bin kişilik işgal kuvveti –ki bu kuvvete bazı Latin Amerika ülkeleri de destek yolluyor- ve onun yerli destekçilerine karşı, Caamaño 3000 kadar sadık asker ve 5000 civarında silahlı milisle savaşıyor. Bu büyük kuvvete karşı 4 ay dayanabilen Caamaño, ülkeden kaçmak zorunda kalıyor. Bunun ardından 3 Eylül’de Trujillo döneminin “artıkları” bir geçici hükümet kuruyor. Daha sonra 1966 yılında yapılan seçimlerde Joaquin Balaguer iktidara geliyor.
Fakat, Dominik Cumhuriyeti için hikaye burada bitmiyor. Caamaño Küba Devrimi’nin etkisiyle bir “foko” mücadelesi başlatma fikrine kapılıyor. 9 kişilik bir tim kuruyor ve bu fikrini hayata geçirmek için 1973’ün Şubat ayında ülke topraklarına ayak basıyor. 3’erli 3 grup halinde Caracoles Sahili’ne varan Caamaño’nun “foko” mücadelesi yalnızca 13 gün sürüyor ve darbecilerle girdiği çatışmada hayatını kaybediyor.
Sonuç olarak Dominik Cumhuriyeti’ndeki mücadelenin Bosch ile birlikte liberal-anayasal bir hatta oturduğunu fakat Caamaño’nun bu mücadeleyi Küba Devrimi’nin etkisiyle radikalleştirip, Latin Amerika özelinde bir “devrim” olarak anılmasına yol açtığını söyleyebiliriz. ABD’nin ise sürece verdiği tepki sosyalizm korkusunun Küba Devrimi’nden sonra vardığı noktayı görmemizi sağlıyor. Dominik Cumhuriyeti, Wessin y Wessin örneğinde görüldüğü üzere, 2 bin kişilik bir kuvvetin darbe yapmaya yettiği küçük bir ülke ama ABD, işini sağlama almak amacıyla olsa gerek 42 bin kişilik bir ordu ile işgale girişiyor. ABD işgal kuvvetleri toplumsal muhalefetin bittiğine kanaat getirdiği 1966 yılında ülkeden çıkıyor ve yapılan “serbest” seçimlerde “Trujillo’suz Trujillo” sisteminin devamcısı Balaguer iktidara geliyor.