Dikili’den de bir Tarık Akan geçti...

Yetmişli yılların Dikili’sinde de, şimdinin kafelerinin yer aldığı kordon boyu yine vardı.

Denizin laciverdine ve on yedi mil uzaklıkta, Midilli’inin panoramasına yaslanmış bir cadde ve caddenin iki yanına sıralanmış kafeler, alışveriş tezgahları...

***

Yetmişli yıllara tekrar sararsak...

Şimdiki liman idaresinin karşı köşe bitişiğinde yer alan lokantaya, o zamanlar ne hikmetse gazino denilirdi. İki nedeni olsa gerek; ilçenin yegâne içkili lokantası olması ve herhalde kışın düğün dernek dahil, pek çok toplantının burada yapılıyor olmasındandır...

Şimdi yerinde Muammer Aksoy parkı var...

***

Hoş, Dikili belki de kilometrelerce uzanan ve kendi adıyla anılan bir körfezin kenarında, en fazla parka sahip bir yurt parçası olsa gerek. Olaf Palme barış parkı, Nazım Hikmet parkı ve adlarını şimdilerde hatırlayamadığım iki, üç park daha...

Hepsi de deniz kenarında, sahil boyunda, insanların özgürce gezdiği, oturduğu ve parsellenmiş şahıs mülkiyeti olmayan kamusal alanlar...

Ve bu özgür mekânlarda, kenarına iliştiğiniz tahta bir bankodan, denizin içine, Midilli’nin ardına kayıp giden muhteşem gün batımları ve beraberinde tutulan dileklerle bezenmiş nice güzellikler anını yaşamak...

Buna bir de ne mi ekleniyor?

Güneşin, denizin laciverdinde çizdiği kızıl bakır rengini, yol diye belleyip, üzerinden yürüyüp gitme isteği...

***

Gazinonun peşine dizilmiş, bir zamanların zemini toprak olan, eskinin bir kaç da kahvesi. Sandalyeleri  tahtadan ve masalarının üstünde pötikare örtüleri olan.

Dikili’nin yerlisi, o zamanlar iki iş kolunda üreticiydi...

Küçücük sandallarıyla ya denizden rızkını çıkarırdı; yani balıkçıydı. Ya da tütünde, pamukta, zeytinde tarlada, ovada ter döken rençperlerdi...

Akşamın anlına kadar, güneşin altında kavrulan bu küçük ilçenin insanları (o tarihlerde altı bin kadar nüfusu vardı; şimdilerde yazlıkçıları saymazsak, yaz-kış oturanı kırk bini aştı); akşam üstü yıkanıp, temiz pak en güzel yazlık esvaplarını giyerler ve kordon boyuna gezintiye inerlerdi.

İlçede bir, hadi değilse iki taksi ve ilki burunlu olan ve Aydıner firmasına ait,  insanları İzmir’e ve oradan geriye Dikili’ye taşıyan bir otobüs vardı. At arabalarının, merkeplerin taşımacılık işlerinde yoğunlukla kullanıldığı yıllardı. Köyler hariç, merkezde, birisi yengemin müdür olduğu iki ilkokulu ve diğeri de amcamın müdürü olduğu bir ortaokulu vardı...

Bir de bahçe duvarlarından begonvillerin sarktığı tek katlı bahçe içinde taştan Rum evleri... Şimdilerdeki gibi çirkin beton yığınlarının esamisinin bulunmadığı başka bir çağın güzelliği....

Şimdilerde  denizin kenarında, her çeşidinden kafeler, restoranlar ve aynı caddenin karşı yakasında belediyenin düzenlediği akşam pazarı, alışveriş tezgahları var. Her türlü giyisi, gözlük, çanta ve incik boncuktan, yalancısından, sahicisine dövme yapan ve hediyelik eşya satan tezgahlara kadar... Araya karışan kitapçı sergileri de var…

Beton binaların çarpıklığından nefes alınamayan, binlerle arabanın üst üste gitmeye çalıştığı eski dar yollarda, ayağında şıpıdık terlikleri ve sabahtan akşama denizin tuzunun kuruduğu şortlarıyla gezgin yazlıkçılar. Dikili ve civarında yüzbinlerle ifade olunan yerleşik yazlıkçılara ait ve yılın sekiz ayı boş olan evler... Sağda solda giderek serpilip gürbüzleşen market irilerinden, AVM lere her cinsten ticaret mekanı...

Güzelim bostanların, verimli tütün, pamuk tarlalarının talan edildiği; zeytinliklerin tarumar edildiği ahir zamanların modern Dikili’si; şimdi moderniteye yenik bir hüzünler vaktinde ve her şeye karşın hala güzel bir kıyı kenti...

***

Buraya mim koyup, yetmişli yıllara tekrar geri dönüyorum...

Bu belediye tezgahlarının yerinde, o yıllarda birbirine bitişik, birisi Giritli Hasanaki’nin olmak üzere, iki yazlık sinema vardı... Sinemalar her gece yeni filmlerle donanır ve seyirci çekmek için kıyasıya rekabet ederlerdi...

Sinema önlerinde çerezciler ve akşamın karanlığında Samanyolunun envai çeşit yıldızı altında tadına bir türlü doyulmayan Yeşilçam’ın yeni serpilen filmleri...

Seyircilerin, heyecanlarını, beğenilerini, öfkelerini filmle beraber konuştuğu; arada film koptuğunda, makinist diye avazların yükseldiği başka bir çağın kültürüydü yaşanan...

***

Her senenin ayrı bir güzelliği vardı...

Gecenin tercih edilen sineması hangisi mi olurdu?

 “Ses” dergisinin o yıl film artisti seçtiği ve onların ilk çevirdiği filmler afişe çıktığında...

O yıllarda ne mi oldu...

İstatistiklere bakılırsa, yetmişli seneleri içeren on yılda, Yeşilçamda 2035 film çekildi. Bu filmlerin seyirci olarak hep bir alıcısı oldu; sonra bundan hasılat yapıldı ve Türkiye’nin değişen sosyo kültürel demografik yapısına uygun bir ideoloji, Yeşilçam sinemasıyla beraber baştan inşaa edildi...

***

Tekrar Dikili’ye dönüyorum...

Beyaz badanalı bir sahne, önüne dizilmiş mavi veya yeşil tahta sandalyeler ve antrakta satılan İzmir’in tarihi gazozları; Cincibir, İmren, Huzur veya Su-Ga...

Doğru hatırlıyorsam, Cincibir favorimdi...

Gazozu içersen ne olur?

Film sürerken, çişi gelen miniklere analar babalar hemen çözüm üretirdi...

Toprak zemine çocukların çömelip, piştirdiği küçük derecikler işin garnitürleri arasındaydı... Yüksek ve bitişik binaların olmadığı, klimanın bilinmediği bu zamanlarda, Bergama tarafından yani kıbleden esen rüzgar, sinemacılara mutlaka ceket falan giydirirdi...

Ayhan Işık, Tamer Yiğit, Ediz Hun, Cüneyt Arkın jilet jönler arasında; Ahmet Tarık Tekçe, Danyal Topatan kötü adam rollerinde, Filiz Akın, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik sinemanın güzelleri arasında, Neriman Köksal ise vamp kadın rollerinde en uzun sebat edenlerin başında ve Hulusi Kentmen, Vahi Öz tatlı baba, zengin patron gibi rollerde, hepimizin hayatına karıştı...

Yetmişlerin ortalarına doğru, bütün jönleri sollayan ve hayatı boyunca, hayatının yolunda sol şeritten bir daha ayrılmayan bir jön, Yeşilçama, Ses dergisi yarışması sonucunda gelir ve katılır...

Adı bu günlerde dillerden düşmeyen Tarık Akan...

O günden sonrada, Tarık Akan filmi getiren Dikili sineması, o gecenin hasılatını da kaldırır...

Tarık Akan çok yakışıklıdır, uzun boylu ve hülyalı bakışlıdır. Kısacası genç kızların dünyasında apayrı bir yeri vardır...

Tarık Akan...

Halk sınıflarının kendisi olan filmlerin aktörü...

 1980 sonrasında ise  pos bıyıklaryla toplumsal yapımlara damgasına vuran, sinemada yaptıklarını gündelik yaşamına ve siyasetine katan, Barış Derneği davasıyla faşizmin tezgahından geçen...

Taş ilkokuluyla eğitime verdiği önemi sonuna dek koruyan....

Tekel direnişinin, Gezi günlerinin, Soma madencilerinin ve 1 Mayısların ve barıştan, eşitlikten, toplumsala dair nerede bir birey ve sınıf tavrı gerekiyorsa orada olan bir Tarık Akan...

***

Sonra ve bir defa daha, Tarık Akan Dikili’ye gelir. Ama bu kez film jeneriğinde değildir. Geliş nedeni, Dikili’nin ünü dünyayı tutan “Barış ve Demokrasi Festivali” dir. Daha önceki düzenlemelerde de, bu buluşmalara çok omuz vermiştir. Bu defakinin son olduğunu ne kendisi, ne de Dikililer bilir. Bu geliş, 2012 1 Eylülü’dür. O yıl Nazım Hikmet Parkı açılır ve Dikili halkı güzelim bir laciverdin kenarında, palmiyelerin gölgesinde önce Yaşar Kemal’e onur ödülünü verip, akşamı Belediye Meydanında Genco Erkal’dan Nazım Hikmet şiirlerini soluğunu tutarak dinler ve Tarık Akan’ıyla, Rutkay Aziz’iyle, Kıymet Çoşkun, Orhan Alkaya ve adı buraya sığmayanlarıyla, el ele, omuz omuza olmanın güzel günleri yaşanır. Ben de, ucundan kenarından, bunu paylaşanların arasında olarak, gördüklerimi ve bildiklerimi anı kütüğüme kazırım...

***

Dikili’ den kimler gelip geçmemiştir ki…

Ne Uğur Mumcu’su, ne Muammer Aksoy’u ve ne de İlhan Selçuk’u… Adı sayılamayanların içinden örnek olsun diye verdiklerim bu kadar olsun…

Ve Tarık Akan…

Şimdi ve artık bedeni aramızdan ayrıldı...

Nasıl da bir beklenen, beklenmezdi ölüm haberi...

Duyanı, tanıyanı, göreni, görmeyeni, yani bir çoğumuz gibi nasıl da bir dona durmaktı, üşümekti ve bir daha işte orada o da var denemeyeceğinin birden bilince akmasıydı benim için...

Bir bir eksildiklerimizin hemen hepsinde duyduğum ve acısının verdiği parçalanmışlığı derinden yaşadığım bir histi bu...

Eğer tazeliğinden değilse, sanki Tarık Akan’da daha da fazla duyumsadım bunları...

***

Tarık’a da sözler verildi; anısı yaşatılacak diye...

Güneşli günlerin utkusunda elimizdeki bakır tasları birbirine vuracağız diye...

Sözümüz söz diye...

***

Diye, diye; kendi hesabıma koca bir ömür geldi, geçti...

Geçti de...

Buraya yazdığım, yarına olan umudu tüketmekten değil...

Tam da tersinden...

Tersinden ama, şu verilmiş olan sözlerde payım da olduğunu bildiğime göre, sözümü tutmadan bu dünyadan gitmek istemediğimdendir...

“Güneşin sofrasında söylenen türkü”nün bir ömür boyu koristi olmaya gayret ettiysek eğer, mutlaka bir de  solo yapmak gerekir...

Tarık Akan’ın göçü, bir daha ne öğretti derseniz...

Ahmet Arif, “Anadolu” şiirinin sonunda...

“Bir umudum sende, / Anlıyor musun?” diyor...

Ve Nazım Hikmet, “Cevap” şiirinde, o umudun kendimizde olduğunu betimliyor...

“O duvar
o duvarınız,
                vız gelir bize vız!
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakısındandır.
O yalnız
            tarihin o durdurulmaz akışındandır.”

***

Şimdi artık “güle güle güzel insan” demek vaktidir...

Devrimciliğinle, emekçiliğinle, yurtseverliğinle, hepimize kattıklarınla...

Seninle zengindik...

Sensiz zenginliğinde yola, duvarları yıkmaya devam...

 

nuriabaci@gmail.com